OSMANLILARDA DEVLET ANLAYIŞI
Osmanlı Devlet anlayışı ve yönetim sisteminin temellerini;
Uç beyliğinin gelenekleri
Eski Türk gelenekleri
İslam Hukuku
Fethedilen yerlerin daha önceki uygulamaları oluşturmuştur.
Ülkenin her yanında padişahın otoritesi geçerli olmuştur. Hükümdarlık makamına sadece Osmanlı hanedanının erkek bireyleri geçebiliyordu. 17. yüzyılın başlarına gelinceye kadar tahta kimin geçeceğine ilişkin kesin bir belirleme yoktu. Ailenin bütün erkek bireyleri, taht üzerinde hak sahibiydi. Padişah ölünce, oğullarından hangisinin tahta geçeceği konusunda, devlet yönetiminde etkili grupların (ümera, ulema vb.) tercihleri önemli rol oynuyordu. Eski Türk Devlet geleneğinden kaynaklanan bu sistem (Kut anlayışı) taht kavgalarına neden oluyordu.
I. Murat Döneminde ülke padişah ve çocuklarının ortak malıdır anlayışı geçerli olmaya başlamıştır.
Fatih Sultan Mehmet zamanında, başa geçen şehzadeye karşı kardeşlerinin karşı çıkmasını engellemek amacıyla (Nizam-ı Âlem için) kardeşlerini öldürebilme yetkisi verilmiştir. Bunun nedeni taht kavgaları nedeniyle devletin tehlikeye düşmesini ve parçalanmasını önlemek ve en güçlü olanın padişah olmasını sağlamaktı.
Osmanlı padişahları, Yavuz Sultan Selim’den itibaren halife unvanını alarak, İslam dünyasının da dini lideri konumuna gelmiştir(1517).
17. yüzyılın başlarında I. Ahmet zamanında Osmanlı ailesinin en yaşlı ve tecrübeli üyesinin (Ekber ve Erşed) başa geçmesi kuralı getirildi. Bu değişiklik sonucunda şehzadelerin sancağa çıkma uygulaması kaldırılarak yerine” Kafes Usulü” getirildi. Bu uygulama şehzadelerin tecrübesiz ve bunalımlı yetişmesine neden olmuştur. Bu sistemle tahta kimin geçeceği belli olmuş ve ilk dönemlerdeki taht kavgaları görülmemiştir.(Bu sistem şehzadeler arasındaki rekabet duygusunu ortadan kaldırması bakımından olumsuz, taht kavgalarına son vermesi bakımından da olumlu sonuçlar doğurmuştur).
19. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin batıya ayak uydurma çabalarının olduğu bir dönemdir. Bu dönemde padişahın yetkilerini düzenleyen yeni kurumlar kurulmuştur. Bu kurumların başında parlamento (meclis) gelir. Ancak I. Meşrutiyet döneminde de padişahın yetkilerine bir sınırlama getirilmedi. Son söz yine padişahın idi. II. Meşrutiyetin ilanı ile padişahın yetkilerine az da olsa sınırlamalar getirildi ve meclisin yetkileri arttırıldı.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında başta bulunan hükümdarlara Bey denilmiştir. Yine Hıristiyanlara karşı savaştıklarından Gazi de denilmiştir. I. Murat döneminden itibaren sultan unvanını kullanmaya başlamışlardır. Hükümdarların aldığı diğer başlıca unvanlar; Han, Hakan, Hüdavendigar, Hünkâr ve genellikle Padişah’tır.
Hükümdarlık sembolleri ise; hutbe, sikke, davul, sancak, tuğ ve kılıç kuşanmaktı.
NOT: Osmanlı padişahlarının erkek çocuklarına şehzade denilirdi. 16. yüzyılın sonlarına kadar şehzadeler 14–15 yaşlarına gelince, Anadolu’daki sancaklara sancakbeyi olarak gönderilirlerdi. Şehzadeler, başlarında Lala denilen bilgili, tecrübeli devlet adamlarının gözetiminde sancaklara yönetici olarak gönderilirlerdi. III. Mehmet'ten sonra şehzadelerin sancağa çıkma usulü kaldırıldı. (Şehzadeler sarayda kafes hayatı yaşadılar).
OSMANLILARDA MERKEZ TEŞKİLATI
Osmanlı Devleti’nde hükümet, ordu ve eyaletlerin yönetimi padişaha bağlı olarak teşkilatlanmıştı. Padişah, ülkenin her tarafındaki bütün birimleri merkezden yönetiyordu. Devletin yönetim merkezi İstanbul’du.
A. SARAY
Saray, padişahın hem özel hayatının geçtiği hem de devletin yönetildiği yerdi.
Saray sadece; yönetim ve askerlik için değil, Osmanlı edebiyatı, sanatı, ekonomik ve sosyal hayatı bakımından da geniş teşkilatlı bir merkez ve her alan için bir moda ve ilham kaynağı olmuştur.
Osmanlı sarayı genel planı itibariyle, Enderun denilen iç saray ile Birun denilen dış saray olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Bu iki bölümü ”Bâbü’s-Saâde” denilen kapı birbirine bağlıyordu.
1- Enderun (İç Saray) : Padişahın özel hayatını geçirdiği bölümdür. Enderun, padişahın güvenilir ve yetenekli elemanlarının yetiştiği, gerekli bilgi ve deneyim kazandıkları bir yerdi. Enderun yönetim örgütü içinde önemli görevlere getirilecek insanların seçiminin yapıldığı bir okul görevi yapmıştır.
Enderun’daki eğitim ve hizmet odaları şunlardı.
Has Oda: Burada padişahın günlük işlerine bakan kişiler bulunurdu.
Hazine Odası: Padişahın özel hazinesine ve değerli eşyalarına bakarlardı.
Kiler Odası: Padişahın sofra hizmetlerini yerine getirilerdi.
Seferli Odası: Müzisyen, berber vb. hizmetlilerin bulunduğu yerdi.
2- Birun (Dış Saray) : Padişahın devlet işlerine baktığı bölümdür. Birunda padişahın taşra hizmetine ait teşkilatı bulunuyordu. Bunların en önemlileri şunlardır: Yeniçeriler, Altı Bölük Halkı, Topçular, Cebeciler, Mehterler, Müteferrikalar, Çaşnigirler, Çavuşlar, Kapıcılar ve Seyisler...
NOT: Osmanlılarda ilk saray Bursa da yapılmıştı. Başkent Edirne olunca burada daha büyük bir saray yapılmış, İstanbul'un fethiyle Fatih Beyazıt'taki mevcut sarayda oturmuş, buranın yeterli gelmemesi üzerine aynı yerde başka bir saray yaptırılmıştı. Eski Saray denilen bu sarayın da yeterli olmaması üzerine Topkapı Sarayı(yeni saray) yapılmıştır. Padişahlar 19. yüzyıla kadar burada oturmuşlar, 19. yüzyılda Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan ve Yıldız Sarayları yapılmıştır.
İSTANBUL’UN YÖNETİMİ
İstanbul’dan önce Söğüt, Bilecik, Karacahisar, Yenişehir, İznik, Bursa ve Edirne Osmanlılara başkentlik yapan merkezlerdir. İstanbul padişahın yaşadığı ve devletin yönetildiği yer olması nedeniyle her konuda ayrıcalıklı uygulamaya tabi tutulmuş, her yönetim biriminin en üst yöneticisi buraya tayin edilmiştir. İstanbul’a Dersaâdet, Der-i–Aliyye, Asitane, İslambol gibi adlar verilmiştir. İstanbul’un genel düzen ve güvenliğinin sorumluluğu Sadrazama verilmiştir
DİVAN-I HÜMAYUN
Orhan Bey döneminde kurulmuştur. Osmanlıların en üst yönetim organı, en üst mahkeme ve padişahların danışma meclisidir. Bugünkü “Bakanlar Kurulu”na benzeyen bir teşkilattır. Üyeleri padişah tarafından atanır, her türlü kararda son sözü padişah söylerdi. Divanın aldığı kararlar Mühimme adı verilen defterlere kaydedilirdi.
Divan-ı Hümayunda padişaha ait yetkileri kullanmak üzere görevlendirilmiş üç kolun temsilcileri vardı. Bu kollar Seyfiye, İlmiye ve Kalemiye kollarıydı.
Seyfiye (Ehl-i Örf, Ehl-i Seyf, Ümera)
Padişahın örfünü uygulayıcısı olan koldur. Diğer bir deyişle yürütme gücünü temsil eden koldur. Seyfiyeden olan her derecedeki görevliler, reayanın huzurlu yaşayabilmesi ve adaletle yönetilebilmesi için merkezde ve taşrada görev yaparlardı. Seyfiyenin iki temel görevi vardı: Yönetim ve Askerlik. Seyfiyenin divandaki temsilcileri ve görevleri şunlardır:
a) Sadrazam (Vezir-i Azam): Günümüzde başbakan konumundaki sadrazam, padişahın mutlak vekili olup yönetimde padişahtan sonra en yetkili kişidir. Devletin en yüksek rütbeli memuru durumundadır. Fatih’ten itibaren Divan’ın da başkanı olan sadrazam çoğu zaman padişah adına devleti idare etmiştir. Padişah bulunmadığı zamanlarda orduya da Serdar-ı Ekrem unvanıyla sadrazam komuta ederdi.
b) Kubbealtı Vezirleri: Günümüzdeki devlet bakanları konumunda olan vezirler daha çok askeri ve siyasi işlerden sorumluydular. Zaman zaman değişik işlerde görevlendirilirlerdi.
c) Yeniçeri Ağası: Vezir olan Yeniçeri Ağaları Divan’ın daimi üyesiydiler. Ancak vezir olmayan Yeniçeri ağaları ise ihtiyaç duyulduğunda görüşmelere katılırlardı.
d) Kaptan-ı Derya: Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren denizlerdeki bütün işlerin sorumlusu ve Donanmay-ı Hümayunun başkomutanıdır. 16. yüzyıldan itibaren İstanbul’da bulunduğu zamanlarda divan çalışmalarına katılmıştır.
İlmiye (Ehl-i Şer)
Devletin temel ideolojisini savunan gruptur. İlmiye sınıfı, medreselerde yetişen bilgili kişilerden oluşuyordu. İlmiyenin devlet yönetiminde ve toplum içinde üç önemli görevi vardı: Bunlar Tedris ( Bilgi aktarma yani eğitim-öğretim görevidir), Kaza ( İslam hukukuna göre hüküm verme yani yargı görevidir) ve İfta ( Yapılan işlerin şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir belirtme yani fetva görevidir). İlmiyenin divandaki temsilcileri ve görevleri şunlardır:
a) Kazaskerler: I. Murat döneminde kurulmuş Fatih döneminde Anadolu ve Rumeli Kazaskerlikleri olmak üzere sayıları ikiye çıkarılmıştır. Kazaskerler Divan’da büyük davalara bakarlar, kendi bölgelerindeki kadı ve müderrisleri atama veya görevden alma işlerine karar verirlerdi.
b) Şeyhülislam (Müftü): İlmiye sınıfının başıdır. Yükselme dönemine kadar divan üyesi değildi ve gerektiğinde çağrılırdı. Kanuni’den itibaren divana üye olmuştur. Divan’da alınan kararların İslam Dini’ne uygun olup olmadığı konusunda fetva verirdi. Yükselme döneminde protokoldeki yeri hızla arttı ve sadrazamla eşit duruma geldi. Fetva verme yetkisi vardı. İlk şeyhülislam II. Murat döneminde görev yapan Molla Fenari’dir.
Kalemiye (Ehl-i Kalem)
Osmanlı idari ve mali bürokrasisini oluşturan gruptur. Kalemiyenin divandaki temsilcileri ve görevleri şunlardır:
a) Nişancı: Divanda çıkan belgelere, padişah adına yazılacak fermanlara, beratlara ve namelere hükümdarın imzası olan tuğrayı çekerlerdi. Nişancının görevleri şunlardır:
Fethedilen arazileri tahrir defterlerine yazmak.
Dirlikleri dağıtmak, tapu defterlerine işlemek ve kayıtları düzenlemek.
Padişahın tuğrasını çekmek.
Örfi kanunları iyi bilmek ve gerektiğinde yorumlamak.
Divanda alınan kararları düzelttikten sonra tamamlamak, fermana uygun olarak emirleri yazmak, padişaha ve sadrazama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevap hazırlamak.
Nişancıya Reisülküttab başkanlığında, çeşitli kalemlerden oluşan bir teşkilat vardı. Bu kalemler: Beylikçi Kalemi, Tahvil Kalemi, Ruus Kalemi ve Amedi Kalemi idi.
b) Defterdar: Maliye işlerinden sorumlu bakanlar idi. İlk defterdar I. Murat döneminde atanmıştır. Mali işlerin artmasından dolayı Fatih döneminde Anadolu ve Rumeli Defterdarı olmak üzere sayıları ikiye çıkarılmıştır. Defterdarın görevleri şunlardır:
Hazine ile ilgili işlerde hüküm yazmak
Rütbe ve dirlik verilecek kimseleri hükümdara teklif etmek
Akçenin değerini korumak
Bütçeyi hazırlayarak hükümdara sunmak
Defterdarlığa bağlı başlıca kalemler şunlardır; Ruznamçe Kalemi, Maliye Emirleri Kalemi, Tarihçi Kalemi, Gelir ve Giderler kalemi.
c) Reisülküttap: Divandaki kâtiplerin şefi olan Reisülküttap nişancıya bağlıydı. 17. yüzyıldan sonra önemi artmış ve devletin dışişlerinin sorumluluğu Reisülküttaplara verilmiştir.
DİĞER DİVANLAR:
Sefer Divanı: Vezir-i azam sefere çıkarken toplanan divan
Ulufe Divanı: Yeniçeri maaşları için toplanan divan
Galebe Divanı: Yabancı elçilerin kabulü sırasında toplanır
Ayak Divanı: Olağanüstü durumlarda toplanan divan.
At Divanı: Sefer sırasında at üzerinde yapılan toplantı.
D- MERKEZ TEŞKİLATINDA MEYDANA GELEN
DEĞİŞİKLİKLER
1- 18. Yüzyılda Meydana Gelen Değişiklikler:
Tahta Osmanlı ailesinin en yaşlı üyesinin geçmesi, zamanla devlet işlerinin sadrazamlara bırakılması sonucun doğurdu. Sadrazamların güçlenmesi ile Divan Bab-ı Ali’de (Sadrazam kapısı = Yüksek Kapı) toplanmaya başlamıştır
I. Mahmut ve II. Osman zamanlarında divan toplantıları kaldırıldı. Devlet işleri sadrazam konağında görülmeye başlandı. Bu durum sadrazamların gücünü arttırmıştır.
18. yüzyılda Avrupa devletleriyle diplomatik ilişkilerin artması kalemiye sınıfının özellikle de Reisu’l Küttab'ın etkinliğini arttırmıştır
2- 19. Yüzyılda Meydana Gelen Değişiklikler
1826'dan itibaren Bab-ı Ali sadrazamın özel ikametgâhı olmaktan çıkmış, devletin hükümet binası haline gelmiştir.
II. Mahmut, merkez teşkilatının temel kurumu olan Divan-ı Hümayun’u kaldırarak Avrupa tarzında bakanlıklar (Nazırlıklar) kurmuştur.
Yönetim, adalet ve askerlik işlerinin planlanması ve yürütülmesi için Dar-ı Şuray-ı Babıâli, Meclis-i Valy-ı Ahkâm-ı Adliye ve Dar-ı Şuray-ı Askeri gibi meclisler kurulmuştur.
Tanzimat Fermanıyla başlayan dönemde yeni meclisler kurulmuştur. Bu dönemde padişahın yetkileri sınırlandırılmış ve kanunun üstünlüğü kabul edilmiştir.
1876 yılında Kanun-i Esasi ilan edilerek meşrutiyet yönetimine geçildi. Bu anayasa ile padişahın yanında halkında yönetime katılması sağlandı. Meşrutiyet döneminde Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan adıyla iki tane meclis açıldı.
OSMANLILARDA TAŞRA TEŞKİLATI
Osmanlı Devleti ilk dönemlerinde tek merkezden yönetiliyordu. Bu dönemde devletin temel birimi, sancak beyleri tarafından yönetilen “Sancak” idi.
Rumeli’de toprakların sürekli genişlemesi sonucu, idari yönden Osmanlı Devleti Rumeli ve Anadolu eyaletlerine ayrılmıştır. Eyaletleri “Beylerbeyi” denilen kişi yönetiyordu.
16. yüzyılda toprakların genişlemesinden sonra, Osmanlı eyalet teşkilatı daha düzenli hale gelmiştir. 16. yüzyılda taşra teşkilatı ”tımar” sistemine göre düzenlenmiştir.
Tımar: Devletin miri araziden belirli bir kısmının yıllık gelirinin tamamını veya bir kısmını, belli hizmetler karşılığında asker ve memur görevlilere bırakmasına denir.
Osmanlı Devleti 16. yüzyılda, tımar sistemini esas alarak taşra teşkilatını, Askeri-İdari ve Kazai-İdari birimlere ayırmıştır.
Osmanlı Taşra Teşkilatını bir şemayla şöyle gösterebiliriz. :
|
PADİŞAH
|
|
RUMELİ BEYLERBEYİ
|
|
ANADOLU BEYLERBEYİ
|
|
|
|
|
|
İdari Birim
|
Yönetici
|
Asayiş
|
Adalet
|
Eyalet
|
Beylerbeyi
|
Subaşı
|
Kadı
|
Sancak
|
Sancakbeyi
|
Subaşı
|
Kadı
|
Kaza
|
Kadı
|
Subaşı
|
Kadı
|
Köy
|
Köy Kethüdası
(Köy İmamı)
|
Yiğitbaşı
|
Kadı Naibi
|
ASKERİ İDARİ TEŞKİLAT
Osmanlı Devleti önce Beylerbeyilik veya Eyalet denilen birimlere ayrılmıştır. Beylerbeyilikler daha alt birim olarak sancaklara, sancaklarda tımar nahiye (Kaza)’lerine ayrılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde taşra teşkilatı üç bölümden meydana gelmekteydi:
a) Merkeze Bağlı Eyaletler (Saliyanesiz Eyaletler) :
Tımar sisteminin uygulandığı eyaletlerdir. Bu eyaletler dirliklere ayrılır, maaş karşılığı asker ve görevlilere verilirdi. Rumeli, Erzurum, Budin, Karaman, Sivas, Dülkadr, Halep ve Şam saliyanesiz eyaletlerdendir.
b) Özel Yönetimi olan Eyaletler ( Saliyaneli Eyaletler):
Tımar sisteminin uygulanmadığı eyaletlerdir. Buralardan yıllık bir vergi alınıyordu. Vergiler iltizam usulü ile yıllık olarak alınırdı. Bu gelirlerden beylerbeyi, sancakbeyi ve asker maaşları ödenir, kalan kısmı ise hazineye girerdi. Mısır, Habeş, Yemen, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir özel yönetimi (Saliyanesiz) olan eyaletlerdendi.
c) Bağlı Hükümet ve Beylikler (İmtiyazlı Eyaletler):
İçişlerinde serbest, dışişlerinde merkeze bağlı eyaletlerdir. Yöneticileri, halkın seçimi ve padişahın onayı ile belirlenirdi. Hicaz dışındakiler vergi ve asker göndermek zorundaydılar. Eflak, Boğdan, Erdel, Kırım ve Hicaz bu eyaletlerdendir.
NOT: Eyaletlerin başında beylerbeyi bulunuyordu. Eyalet içinde beylerbeyinin bulunduğu sancak paşa sancağı adıyla anılırdı. Beylerbeyi Divan-ı Hümayunun küçük bir kopyası olan "Eyalet Divanı"nın başıydı.
KAZAİ- İDARİ TEŞKİLAT
Kazalar, bir ya da daha fazla tımar nahiyesinin birleşmesiyle meydana gelmiş birimlerdir. Kazaların başında padişahın yargı gücünü temsil eden “Kadı” bulunurdu. Kadı, kazadaki bütün idari işlemleri yargı denetiminde tutan görevliydi.
MAHALLİ TEŞKİLAT
Osmanlı Devleti’nde padişahın merkezi otoritesi altında çeşitli yerel teşkilatlar kurulmuştur. Bunlar;
a) Mahalle ve Köy Teşkilatı: Mahalle ve köy, birbirini tanıyan, sosyal dayanışma içinde olan kişilerin oluşturduğu bir topluluğun yaşadığı yerdir. Mahalle ve köyün yöneticisi İmamdı. İmam, bir tür seçimle belirlenir ve kadının arzı ile beratla ataması gerçekleştirilirdi. İmam, hükümetin temsilcisi sayılır ve padişahın emirlerini halka duyururdu. Burada görev yapan yiğitbaşı ise burada güvenliği sağlardı.
b) Esnaf Teşkilatı: Osmanlı Devleti’nde esnaflar, Lonca adı verilen bir teşkilata bağlıydılar. Her esnaf bir loncaya üye olur ve onun denetimi ile koruması altında bulunurdu.
c) Cemaat İdareleri: Osmanlı Devleti’nde cemaat kavramı Hıristiyan ve Museviler için kullanılıyordu. Hukuk açısından devlet, bunları Zımmi olarak niteliyordu. Bu cemaatlere mensup olan kişiler, ibadetlerini serbestçe yapar, istediği işle uğraşır, kendi dinlerine ve dillerine uygun eğitim yaparlardı. Cemaatler, evlenme ve boşanma konusunda tamamen kendi kurallarını uygularlar, ceza hukukunda ise kadıların kararlarına uyarlardı.
TAŞTA TEŞKİLATINDA GÖREV YAPAN DİĞER GÖREVLİLER VE GÖREVLERİ
Muhtesip: Esnaf gruplarının sürekli denetleyerek, çarşı-Pazar düzenini sağlamakla görevliydiler.
Kapan Emini: Kapanlara gelen hububat, meyve, sebze, balık gibi ürünlerin vergilendirilmesi ve bunların adaletli bir şekilde dağıtımından sorumlu görevlilerdir.
Beytülmal Emini: Bir beldede kamuya ait çıkarları korumakla yükümlü görevli.
Gümrük ve Bac Eminleri: Kasaba ve şehirlerdeki çeşitli zanaat ve ticaret etkinliklerinin vergilerini toplamakla görevli kişilerdir.
TAŞRA TEŞKİLATINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER
1- 18. Yüzyılda Meydana Gelen Değişiklikler:
Taşra teşkilatı giderek eski önemini yitirmeye başlamış, eyalet ve sancaklara gönderilen idareciler yerlerine gitmeyerek vekiller tayin etmişlerdir. Bu nedenle 18. yüzyılda ortaya çıkan ayanlar güçlenmeye ve yönetimle çatışmaya başlamışlardır.
Ayan: Bir bölgenin, bir kasabanın ve bir sınıfın ileri gelenleri.
İltizam usulü yaygınlaşmıştır. Bu uygulamanın sonucunda tımar sistemi bozulmuş ve tımarlı sipahiler işlerini kaybetmiştir. Bu durum eyaletlerde ve sancaklarda güvenliğin bozulmasına neden olmuştur.
İltizam Sistemi: Kanunların saptadığı vergileri yükümlülerden toplama ve devlet hazinesine aktarma görevinin, açık arttırma yoluyla yapılmasıdır.
Tımar sisteminin bozulmasına paralel olarak topraklar boş kalmış, üretim azalmış ve ekonomik sorunlar ortaya çıkmıştır. Ayrıca eyalet ordusu önemini yitirmiştir.
2- 19. Yüzyılda Meydana Gelen Değişiklikler:
II. Mahmut merkezi otoriteyi arttırmak amacıyla ayanlarla Sened-i İttifak antlaşmasını imzalayarak onları merkezi otoritenin altına almıştır(1808). Ancak bu belge padişahın yetkilerini sınırlandırdığı gibi ayanların varlığını da meşrulaştırmıştır. II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra yönetime tam olarak hâkim olmuş ve ayanlık sistemini ortadan kaldırmıştır.
Tanzimat döneminde İltizam Sistemi kaldırılarak hazine gelirlerinin toplanması amacıyla Muhassıllıklar oluşturulmuştur.
1864 yılında “Vilayet Nizamnamesi” çıkarıldı. Buna göre taşra yönetim birimleri “Vilayet, Liva (Sancak), Kaza ve Köy” diye birimlere ayrıldı. Livaların yönetimi mutasarrıf'lara verildi. 1871 ‘de köy ile kaza arasına “Nahiye”, yeni bir yönetim birimi olarak girdi.
OSMANLILARDA ASKERİ TEŞKİLAT
Osmanlı beylik iken ordusu aşiretin gönüllü gazileri olan Türkmenler, alp erenler ve gazilerden meydana geliyordu. Orhan Bey döneminde ilk düzenli yaya ve atlı birlikler kuruldu.”Yaya ve Müsellem” adı verilen bu askerlere savaş zamanlarında gündelik verilirdi. I. Murat döneminde “Kapıkulu Ocağı” kurulmuştur. 15. yüzyılda Osmanlı askeri teşkilatı kara ve deniz olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir.
A- KARA KUVVETLERİ
1- KAPIKULU ASKERLERİ
I. Murat döneminde Yeniçeri Ocağı kurularak (1362–1363) bu ocağın asker ihtiyacını karşılamak için pençik sistemi uygulanmıştır.
Pençik Sistemi: Savaş esirlerinin beşte birinin asker olarak yetiştirilmesi.
Daha sonra II. Murat döneminde uygulamaya başlanan “Devşirme Sistemiyle” kapıkulu ocaklarının asker ihtiyacı karşılanmıştır.
Devşirme şu şekilde yapılırdı:
Fermanla, devşirilecek bölge ve memur (turnacıbaşı) belirlenirdi.
Bölgedeki sancakbeyi, kadı ve rahip, çocukları belirlemede devşirme memuruna yardım ederdi.
İhtiyaç oranında devşirme yapılırdı.
Orta boylular seçilir, vücut kusuru olanlar devşirilmezdi.
Bir erkek çocuğu olan aileden devşirme yapılmaz ve her aileden bir çocuk alınırdı.
Kapıkulu askerleri devletten üç ayda bir “Ulufe” denilen maaş alırlardı. Kapıkulu askerleri kendi aralarında “Kapıkulu Piyadeleri” ve “Kapıkulu Süvarileri” olarak ikiye ayrılırlardı.
a) KAPIKULU PİYADELERİ
Acemioğlanlar Ocağı: Devşirme usulü ile toplanan gayrimüslim çocuklar, Türk-İslam kültürü alarak yetiştirildikten sonra Acemioğlanlar Ocağına, oradan da Yeniçeri Ocağına alınırdı.
Yeniçeri Ocağı: Kapıkulu askerlerinin en önemli kısmı olan Yeniçeri Ocağı, savaşta ve barışta padişahı korumakla görevliydi. Evlenmeleri ve askerlikten başka işte çalışmaları yasak olan bu ocak II. Mahmut tarafından kaldırılmıştır(1826).
Cebeci Ocağı: Ordunun silahlarını yapan, tamir ve temin işlerine bakardı.
Topçu Ocağı: Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapma işlerine bakarlardı. Osmanlılar topu ilk defa I.Kosova Savaşında kullandılar.
Top Arabacıları Ocağı: Top arabalarının yapımı ve topların taşınması işlerine bakarlardı.
Humbaracı Ocağı: Havan topu ve el bombası yapımı ile uğraşırlardı.
Lağımcı Ocağı: Kuşatılan kalelerde tünel kazılması, top fitillerinin ateşlenmesi ve köprü inşası işlerine bakarlardı.
b) KAPIKULU SÜVARİLERİ (ATLILARI)
Kapıkulu süvarileri Enderun Okulu ve yeniçeri ocağından terfi ile seçilirdi. Kapıkulu süvarilerine, altı bölümden oluştuğu için “Altı Bölük Halkı” da denir.
Sipahi ve Silahtar: Savaşta hükümdarın sağında ve solunda bulunur padişahın çadırını korurlardı.
Sağ ve Sol Ulufeciler: Savaşta saltanat sancaklarını korurlardı.
Sağ ve Sol Garipler: Savaşta ordunun ağırlıklarını ve hazineyi korurlardı.
Ocağın adı
|
Mevcudu
|
Günlük Ulûfesi
|
Acemiler
|
7.745
|
1–2,5 akçe
|
Yeniçeriler
|
12.000
|
2–5 akçe
|
Cebeciler
|
500–800
|
8 akçe
|
Topçular
|
1000–1200
|
6–8 akçe
|
Top Arabacıları
|
400
|
4–6 akçe
|
Kapıkulu Süvarileri
|
8000
|
14–90 akçe
|
Kapıkulu Ocaklarındaki Bozulmalar:
Askerî alandaki başarısızlıkları önlemek için 17. yüzyıldan itibaren askeri teşkilatta yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuldu. Ancak bu düzenlemelere Yeniçeri ocakları karşı koydular. Yeniçerilerin başlıca ayaklanmaları şunlardır:
Yeniçeriler 17. yüzyılın başında sadrazamın görevden alınması için padişah III. Mehmet'i ayak divanına çağırmışlar, padişah istekleri kabul etmek zorunda kalmıştır.
Padişah II. Osman Lehistan seferi sırasında yeniçerilerin isteksiz davranışını görünce, sefer dönüşü Anadolu, Mısır ve Suriye’den toplayacağı askerle yeniçerileri kaldırmayı düşünmüş, ancak bunu öğrenen yeniçeriler ayaklanarak II. Osman’ı şehit etmişlerdir.
IV. Murat saltanatının ilk yıllarında yeniçerilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmış, fakat sonra sert tedbirlerle onları sindirmiştir.
IV. Mehmet zamanında zorbalıkları devam eden yeniçeriler 1656'da devlet adamlarını öldürdüler. (Vakayı Vakvakiye= Çınar vakası)
1687'de IV. Mehmet’i tahttan indirerek yerine II. Süleyman’ı geçirdiler.
Nizam-ı Cedit’i kuran III. Selim'i tahttan indirdiler. (Kabakçı Mustafa Ayaklanması)
Yeniçerilerin Ayaklanmalarının Başlıca Sebepleri:
Padişah ve diğer devlet adamlarının yeniçeri ocaklarında düzenlemeler yapmak istemeleri,
Saray entrikaları sonucu vezir veya diğer devlet adamlarının yeniçerileri kışkırtmaları
Padişah değişikliğinde cülus bahşişi aldıklarından padişahları tahttan indirerek yerine yenisini geçirmenin işlerine gelmesi
Pek çoğunun İstanbul'da esnaflık gibi işlerle uğraşmalarından sefere gitmek istememeleri
Maaşlarının düşük ayarlı para ile ödenmesi
Denge unsuru olan tımarlı sipahilerin ortadan kalkmasıyla devlet içinde en etkili güç haline gelmeleri,
Tımar sisteminin çökmesiyle sayılarının ve güçlerinin artması
EYALET ASKERLERİ
Osmanlı ordusunun önemli bir kısmını eyalet askerleri oluşturuyordu. Eyalet askerlerinin temelini “Tımarlı Sipahiler” oluşturmaktaydı. Eyalet askerleri şu kısımlardan oluşmaktaydı:
1- Tımarlı Sipahiler: Tımarlı sipahilerden oluşan, dirlik sahiplerinin beslemek zorunda olduğu, çağrıldığında toplanıp orduya katılan, maaş almayan ve Osmanlı ordusunun büyük bölümünü oluşturan ordudur. Osmanlı toprak sisteminin doğal sonucu olarak oluşan bu ordu devlete ekonomik bakımdan yük olmazdı. Tımarlı sipahi aldığı dirlikle, hem kendi geçimini sağlar hem de tımar kanunnamesinde belirlenen miktarda atlı asker beslerdi. Tımarlı sipahilerin beslediği bu atlı askerlere cebellü denirdi. Tımarlı sipahiler 16. yüzyılın sonlarından itibaren önemini kaybetmiştir.
NOT: Tımar sahipleri ilk 3 bin, zeamet sahipleri ise ilk 20 bin akçesini kendi geçimleri için ayırırlardı. Buna kılıç hakkı denirdi. Tımar sahipleri geri kalan gelirin her 3 bin akçesi, zeamet ve has sahipleri ise her 5 bin akçesi için tam teçhizatlı bir atlı asker yetiştirmek ve gerektiğinde bunlarla birlikte savaşa katılmak zorundaydı.
Tımarlı sipahilerin önemini kaybetme nedenleri
J Dirliklerin hak etmeyen kişilere verilmesi.
J Yeniçerilerin tımarları ele geçirmeleri.
J Sipahilerin sayılarının artması.
J Yeni fetihlerle toprakların genişletilememesi
J Celali isyanları yüzünden üretimin azalması.
J Tımar gelirlerinin düşmesi ve gelirlerinin hazineye mukataa yoluyla aktarılması
J 17. yüzyıl ortalarından itibaren tımarlı sipahilerin geri hizmetlerde görevlendirilmeleri.
Tımar Sisteminin Bozulmasının Sonuçları
Devlet ulûfeli tüfekli kapıkulu askerinin sayısını artırmak zorunda kaldı.
Sayıları çoğalan kapıkullarına ulûfe yetiştirmek güçleşti. Hazinenin yükü arttı.
Eyaletlerdeki tımarlı sipahiler ile kapıkulu birbirine karşı denge unsuru idiler. Tımarlı sipahiler kalkınca, kapıkulları devlete hükmeder hale geldiler.
Kapıkulu askeri ihtiyacı artınca "devşirme sistemi" de bozuldu. Devşirme olmayan kişiler de kapıkulu askeri yapıldı.
Köylü kapıkulu asker olmak isteyince toprağını bıraktı. Bu yüzden üretimde azaldı.
2- Akıncılar: Bahar aylarında düşman ordularına akınlar düzenlemek, keşif hizmetlerinde bulunmak, ordunun güvenle ilerlemesini sağlamak ve savaş sırasında akınlar yaparak düşmanın moralini bozmak amacıyla sınır ve uc boylarında görev yapan atlı birliklerdir.
3- Azaplar: Savaşlarda yeniçerilerin önünde bulunup, savaşlarda yeniçerilerin önünü açmak göreviyle yükümlü olan Anadolu’daki bekâr erkeklerden oluşan askerlerdir.
4- Yaya ve Müsellemler: Ordunun geri hizmetinde bulunup, ordunun geçeceği yolları açmak, köprüleri tamir etmekle görevliydiler. Anadolu’daki müsellemlere Yörük denirdi.
5- Deliler: Sınır boylarını koruyan hafif süvari birlikleri.
6- Gönüllüler: Sınır boylarındaki halktan seçilip sınırdaki şehir ve kasabaların korunmasından sorumlu askerler.
7- Beşliler: Geri hizmet ocaklarından olup, sınır boylarında görev yaparak kaleleri korurlardı.
8- Sakalar: Ordunun su ihtiyacını karşılarlardı.
3- YARDIMCI KUVVETLER
Savaşlarda Osmanlı Devleti’ne bağlı beylik ve devletlerden alınan kuvvetlerdir. Kırım, Eflak, Arnavut ve Boğdan kuvvetleri gibi.
B- DENİZ KUVVETLERİ (DONANMA)
Osmanlı Devleti’nin ilk deniz kuvvetleri Karesi Beyliği’nin alınması ile oluştu. Osmanlılarda ilk deniz faaliyetleri 1350’lerde Marmara Aydıncık (Edincik) üssünün kurulmasıyla başladı. I. Beyazıt zamanında Gelibolu tersanesi oluşturuldu. Daha sonraları İstanbul, Süveyş ve Rusçuk’ta tersaneler inşa edildi. Osmanlı denizciliği II. Bayezid zamanında gelişti. Bu dönemde büyük kaptan ve denizciler yetişmiştir. Osmanlı donanması Kanuni döneminde Doğu Akdeniz’in en önemli gücü haline gelmiştir.
Donanmanın başında Kaptanıderya (Kaptan Paşa) bulunurdu. Kaptanıderya, Ege adalarını içine alan bir eyaletinde yöneticisi durumundaydı. Donanma askeri genellikle Batı Anadolu’dan seçilir ve bunlara “Levent” denirdi. Osmanlı donanmasındaki gemilere “karamürsel, kalite, kadırga ve mavna” gibi isimler verilirdi.
Barbaros Hayrettin Paşa, Turgut Reis, Salih Reis, Piri Reis, Murat Reis, Seydi Ali Reis, Kılıç Ali Reis meşhur Türk denizcileridir.
ASKERİ TEŞKİLATTA MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER
Orduda meydana gelen bozulmaların temelde iki nedeni vardı;
Avrupa’daki gelişmeler: Avrupa’da merkezi krallıkların güçlenmesiyle daimi nitelikte ve yeni silahlar kullanan Batı ordularına karşı, çoğunluğu tımarlı sipahilerden oluşan Osmanlı ordusunun eskisi kadar başarılı olamayışıydı. Çünkü Avrupa orduları daimi olduklarından onlar için "savaş zamanı" diye bir şey söz konusu değildi. Oysa tımarlı sipahi hasat zamanı köyünde bulunmak, öşrünü toplamak düşüncesindeydi. Ayrıca yeni savaş teknikleri ve silah kullanımı ancak kışlada özel eğitimle verilebileceğinden tımarlı sipahinin savaşlarda etkisi de kalmamıştı. Bu nedenle tımarlılar 17. yüzyıldan sonra sadece yol ve istihkâm işlerine bakan askerler haline geldiler.
Tımar sistemindeki bozulmalar: Tımar sisteminin bozulmasına bağlı olarak kapıkulu ocaklarının da bozulmasıdır.
Osmanlı Devleti, 17. yüzyıldan başlayarak 18. ve 19. yüzyıllarda askeriyede ıslahatlar yaptı. 18. ve 19. yüzyıllarda yapılan ıslahatlarda Avrupa’nın etkisi olmuş ve Avrupa’dan teknik elemanlar getirilmiştir.
I. Mahmut döneminde, Humbaracı Ahmet Paşa, Avrupa eğitim sistemini örnek alıp, topçu ve humbaracı sınıfını kurarak geliştirdi. Ayrıca bu dönemde Üsküdar’da askeri mühendis yetiştirmek için “Hendesehane” adıyla bir askeri okul açıldı (1734)
III. Mustafa, Avrupa askeri teknolojisini Osmanlı ordusuna getirmeye çalıştı. Fransa’dan getirilen Baron de Tott (Ahmet Paşa) topçu sınıfını ıslah ederek sürat topçu ocağını kurdu. Deniz kuvvetlerinin subay ihtiyacını karşılamak için “Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun” adıyla bir denizcilik okulu açıldı (1773).
I. Abdülhamit, İstihkâm Okulu açarak ordunun teknik sınıflarında ıslahat yapmaya çalıştı.
III. Selim kara subayı yetiştirmek amacıyla “Mühendishane-i Berri-i Hümayun” adıyla bir okul açtı.
III. Selim, Nizam-ı Cedit talimli bir asker ocağı kurdu. Batıdaki askeri yeniliklere uygun olarak kurulan bu yeni ordunun giderlerini karşılamak içinde “İrad-ı Cedit” adıyla bir hazine oluşturdu.
II. Mahmut, Sekbanı Cedit ve Eşkinci Ocaklarını açtı. 1826’da yeniçeri ocağını kaldırarak yerine Asakir-i Mensure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Redif birlikleri oluşturdu ve ordunun doktor ihtiyacını karşılamak için Mekteb-i Tıbbiye ile Harp Okulunu açtı.
Abdülmecit döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile askerlik hizmeti bütün tebaaya yayıldı. Böylece gayrimüslim tebaanın askere alınması sağlandı. Askerlik ocak hizmeti olmaktan çıkıp herkes için vatan görevi sayıldı.
Abdülaziz döneminde donanmaya ağırlık verilerek, dünyanın üçüncü büyük savaş filosu oluşturuldu. 1869 yılında Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın girişimleriyle Osmanlı ordusu “Nizamiye, Redif ve Mustahfız” olarak üç ana bölüme ayrıldı.
1870'de "askeri zaptiye" teşkilatı (jandarma) kuruldu.
II. Abdülhamit, ordunun düzenlenmesi için Almanya’dan subaylar getirterek, askeri subayların sayısını arttırdı. Harp Akademisi (Erkânı-ı Harbiye)’ni kurdu. Ayrıca Doğu Anadolu’daki aşiretlerden Ermeni isyanları ve Rus saldırılarına karşı koymak için “Hamidiye Alaylarını” kurdu.
OSMANLILARDA HUKUK
Osmanlı Devleti’nde hukuk; Şer’i (İslam) Hukuk ve Örfi Hukuk olmak üzere iki temele dayanıyordu.
Şer’i Hukuk’un esası, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerdir. Şer’i Hukuk sadece Müslümanlara uygulanırdı. Müslüman olmayan halk kendi dini kurumlarınca yargılanırdı.
Örfi Hukuk ise, Şer’i Hukuka ters düşmemek kaydıyla padişahın koyduğu kanun, kanunname ve ferman gibi kurallardır. Padişahın koyduğu bu kurallar örfe(töreye) uygun olurdu. Örfi konulardaki kurallar padişahın ağzından yazılır ve bunlara Ferman denirdi. Fermanlar devlet hayatını ve sosyal hayatı düzenlerdi.
Adalet işlerinin divandaki temsilcisi Kazaskerdi.
Osmanlı Devletinde adalet işlerine Kadılar bakardı. Padişah, Şer’i konularda kadının kararlarına müdahale edemezdi. Mahkemelerde görülen davalar şeriyye sicilleri denilen defterlere kaydedilirdi. Kadıların verdiği kararı kabul etmeyenler bir üst mahkeme olan Divan-ı Hümayuna müracaat ederlerdi. Kadıların yardımcılarına Naip (Kadı Naibi) denirdi. Devirlere göre kadıların görev süresi, on sekiz ay ile üç yıl arasında değişirdi. Bunda amaç terfilerinin tıkanmaması ve halk ile fazla kaynaşmamalarını sağlamaktı. İstanbul kadılığı kadılıkta en yüksek aşamaydı.
Kadıların Görevleri Şunlardı:
Merkezden gönderilen emirlerin reayaya ulaşmasını sağlamak.
Mahkemedeki davalara bakmak(Yargıçlık).
Nikâh sözleşmesi, şirket kurulması, Vakıf kurulması gibi sözleşmeleri yapmak (Noterlik).
Reayanın istek ve şikâyetlerini divana ulaştırmak.
Vergilerin adil olarak dağıtılmasını sağlayıp, toplanan vergileri merkeze ulaştırmak.
HUKUK ALANINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞMELER
II. Mahmut döneminde, müsadere usulü (memurların mallarına el konulması) kaldırılmıştır.
Nezaret-i Deva-i, Adalet bakanlığına dönüştürülmüştür.
Tanzimat Fermanı ile Osmanlı halkı arasında dil, din ve ırk ayırımı yapılmayacağı, herkesin kanun önünde eşit sayılacağı ve kimsenin yargılanmadan idam edilmeyeceği esası getirildi.
Memurların yargılanması, hükümet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi için Meclis-i Vala-i Ahkâm-ı Adliye kuruldu.
Avrupa ile ilişkilerin yoğunlaşması üzerine maliye, hukuk, ticaret, ekonomi, eğitim ve idare alanlarında birçok kanun ve yönetmelik çıkarıldı (Ceza Kanunu (1840), Ticaret Kanunu (1850), Deniz Ticaret Kanunu (1868)).
1868'de Şurayı Devlet (Danıştay) kuruldu.
1856 Islahat Fermanı ile karma mahkemelerin kurulması sağlandı (Yabancıların Türk mahkemelerinde yargıç olarak yer alması devletin egemenlik haklarıyla uyuşmamaktadır).
Abdülaziz döneminde, Divan-ı Ahkâm-ı Adliye adlı bir yüksek mahkeme kuruldu.
Tanzimat döneminde "İnsan hakları ve vicdan hürriyeti" bakımından önemli gelişmeler oldu. Zenci esirliği yasaklandı ve mezhep değiştirmeyi yasaklayan kanun kaldırıldı.
İlk Osmanlı Anayasası olan Kanun-ı Esasi hazırlandı ve I. Meşrutiyet ilan edildi. (1876).
Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında Mecelle adı verilen İslam Hukukuna dayalı ilk Medeni kanun hazırlandı.
1874 yılında İstanbul Sultani Mektebinde bir sınıf ayrılarak hukuk mektebi açıldı. II. Abdülhamit 1878 yılında hukuk alanında uzman ihtiyacını karşılamak amacıyla Mekteb-i Hukuk-ı Şahane (Hukuk Fakültesi)’yi kurdu.
NOT: 19. yüzyıl Osmanlı adalet teşkilatının en önemli eksiği mahkemelerde birlik olmamasıdır.(Bu mahkemeler dört kategoride incelenebilir: Nizamiye Mahkemeleri, Konsolosluk Mahkemeleri, Şer’i Mahkemeler ve Cemaat Mahkemeleri).
OSMANLILARDA VAKIF SİSTEMİ
Vakıf : Bir kimsenin malının bir kısmını veya tamamını hayır işine, dini veya sosyal bir hizmete ebediyen tahsis etmesidir.
Vâkıf : Vakıf yapan kimseye denir.
Mevkûf : Vakfedilen mala denir.
Mütevelli : Vakıf yöneticisine denir.
Vakfiye : Kadı huzurunda düzenlenen, vakıf şartlarını belirten sözleşmeye denir.
Osmanlı Devleti’nde toplumun bazı ihtiyaçlarının karşılanması zenginlerin kurdukları vakıflara bırakılmıştır. Tarihin seyri içinde vakıflar sosyal, ekonomik, eğitim, sağlık, sanat, mimari, ulaşım ve bayındırlık alanlarında önemli roller oynamıştır.
Osmanlı Devleti’nde başta padişah olmak üzere, hanedan üyeleri, yüksek dereceli devlet görevlileri, toplumun seçkin kişileri vakıflar kurmuşlardır. Devlet bu vakıfların korunması için önlemler almış, devlete ait birçok gelir kaynaklarının vakıflara verilmesini sağlamıştır. Böylece, devletin herhangi bir harcama yapmasına gerek kalmadan vakıf sistemi sayesinde sosyal, kültürel ve dini hayatla ilgili birçok hizmet yerine getirilmiştir.
Vakıflar yoluyla şu konularda önemli başarılar elde edilmiştir:
Devletin kuruluş yıllarında fethedilen topraklara Türklerin yerleşmesini sağlamış ve buraların Türkleşmesini sağlamıştır.
Şehir, kasaba ve köylerin büyümesinde, bayındır hale getirilmesinde büyük rol oynamıştır.
Bütün eğitim ve sağlık kurumlarının finansmanını sağlamıştır.
Şehirlerin ticaret faaliyetlerinin kolaylaşmasında en büyük rolü oynamıştır.
NOT: II. Mahmut zamanında bütün vakıflar kurulan “Evkaf Nezaretine” bağlanmıştır(1836).
OSMANLI TOPLUMU
Örgütlenmiş gruplar halinde yaşayan insanların oluşturduğu bütünlüğe toplum denir. İnsanların bir arada yaşadığı en üst seviyedeki örgütlenme biçimine ise devlet denir. Devlet, halk ülke ve hükümranlık unsurlarından oluşur. Osmanlı toplumu denince, Osmanlı sınırları içinde yaşamış olan insan grupları anlaşılır. Toplum yapısı ise bu grupların örgütlenme biçimi ve aralarındaki ilişkiler ağıdır.
Osmanlı Devleti kurulduğunda halkının tamamı Türk’tü. 14. yüzyıldan itibaren sınırları hızla genişleyen Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına değişik soy ve dinden pek çok insan girmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, çok uluslu ve çok dinli bir toplum haline gelmiştir.
NOT: Bu çok uluslu yapının çatırdayarak, Osmanlı Devletinin parçalanmasına neden olan en önemli dış gelişme Fransız İhtilali'dir.
DEVLETİN RESMİ TASNİFİNE GÖRE OSMANLI TOPLUMU
Osmanlı anlayışına göre, adalet, devlet, şeriat, hükümranlık, ordu, servet ve halk toplum yapısının temel dayanaklarını oluşturuyordu.
Osmanlı Devleti’nde toplum, yönetenler (Askeri) ve yönetilenler (Reaya) olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
1- YÖNETENLER (ASKERİ SINIF)
Askeri sınıf, padişahın kendilerine dini ya da idari yetki tanıdığı devlet görevlilerinden oluşuyordu. Yönetenlerle, yönetilenler arasındaki en önemli fark, yönetenlerin devlete vergi vermemesi, yönetilenlerin vergi vermesidir. Yönetenler, gördükleri vazife ve eğitime göre üç gruba ayrılmıştır.
Seyfiye Sınıfı: Osmanlı toplumunda yönetim görev de olan askeri zümreyi ifade eder. Sadrazam, vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri, kapıkulu zabitleri ve neferleri ile tımarlı sipahiler ve deniz askerleri bu gruptandı.
İlmiye Sınıfı: İlmiye, ilimle meşgul olanlar topluluğu demektir. Kazaskerler, şeyhülislam, müderrisler ve kadılar bu gruptandı. İlmiye sınıfı eğitim, adalet, yargıçlık, noterlik, fetva ve mahalli yönetim işlerine bakarlardı.
Kalemiye Sınıfı: Büro veya daire anlamına gelen, devlet kalemlerinde çalışan her düzeydeki idari memurların oluşturduğu gruptur. Nişancılar, reisülküttaplar ve divan kâtipleri bu gruptandı. Kalemiye sınıfı, devletin yazışma, maliye ve dışişlerine bakarlardı.
2- YÖNETİLENLER (REAYA)
Osmanlı Devleti’nde yönetilenlere “reaya” denirdi. Reaya askerlerden farklı olarak vergi öderlerdi. Reayayı, çeşitli din, mezhep, ırk ve dilden topluluklar oluşturmuştur. Sistem Müslümanların hâkimiyeti üzerine kurulduğundan, Müslümanlara “Millet-i Hâkime”(Hâkim olan Millet, diğer din mensuplarına ise “Milleti Mahkume” (egemenlik altında yaşayan) deniyordu.
Osmanlı Devleti’nde yönetilenler dini yönden; Müslümanlar ve Gayrimüslimler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır.
Müslümanlar: Türkler, Araplar, Acemler, Boşnaklar ve Arnavutlar Müslüman toplumu oluşturuyordu. Müslümanlar yönetici olurlar, askerlik yaparlar ve vergi öderlerdi. Osmanlı Devleti’nde yönetici olmak için ilk şart Müslüman olmaktı. Müslümanlar çoğunlukla tarım ve zanaatla uğraşmışlardır.
Gayrimüslimler: Gayrimüslimler, Hıristiyan ve Musevilerdi. Geniş inanç özgürlüğüne sahip olan bu gayrimüslimler, tarım ve ticaret faaliyetleri ile uğraşırlardı. Askerlik yapmayan bu gayrimüslimler “cizye ve haraç” adı ile devlete iki vergi vermişlerdir (Rumlar, Ermeniler, Sırplar, Bulgarlar, Romenler Hıristiyan toplumu, Yahudilerde Musevi toplumu oluşturmuşlardır).
YERLEŞME DURUMUNA GÖRE OSMANLI TOPLUMU
Osmanlı toplumu yerleşme yerine göre; şehirliler, köylüler ve göçebeler şeklinde üç gruba ayrılmıştır.
1- Şehirliler: Burada askerler, tacirler, esnaflar, seyyar satıcılar, seyyidler ve diğer ülkelerden Osmanlılara sığınan amanlar yaşardı. Şehirde yaşayan bu gruplar yönetim, adalet, eğitim, üretim, ticaret ve zanaat işlerine bakarak geçimlerini sağlarlardı.
2- Köylüler: Osmanlı ekonomisinin temeli, tarıma dayalı olduğu için nüfusun büyük bir bölümü köyde yaşıyordu. Köylü, işlediği toprağa karşılık çift vergisi öderdi. Kanunların yükümlülükleri dışında köylüler hür ve bağımsızdı. Tımar beyleri, çiftçi aileleri, mukataa ya da kesim denilen işletme biçimiyle yer işleyenler, mülk sahipleri, müsellem ve muaflar köyde yaşayan toplumu oluşturmuşlardır.
3- Göçebeler (Konargöçerler): Sürekli yer değiştiren göçebeler hayvancılıkla uğraşırlardı. Osmanlı fetih hareketlerine paralel olarak bu konar-göçer aşiretlerin büyük bir kısmının yeni fethedilen yerlere yerleştirilmesi, buraların Türkleşmesinde etkili olmuştur. Göçebeler, devlete ağnam vergisi yanında kullandıkları otlak, kışlak ve yaylaklar için de vergi ödemişlerdir.
OSMANLI TOPLUMUNDA SOSYAL HAREKETLİLİK
Osmanlı toplumunda sosyal hareketlilik iki şekilde yaşanmıştır:
1- YATAY HAREKETLİLİK
Bir toplumun ülke coğrafyası üzerinde, köyden şehre veya bir bölgeden başka bir bölgeye gidip gelmesi ya da oraya göçerek yerleşmesine toplumun yatay hareketliliği denir.
Bu hareketlerin bir kısmı kendiliğinden gerçekleşmiş, bir kısmı da devletin imar ve iskân politikası sonunda meydana gelmiştir.
a) Kuruluş ve yükselme dönemlerinde yatay hareketlilik:
Bu dönemlerde yatay hareketlilik fethedilen yerlere doğru yerleşme şeklinde görülür. Osmanlı Devleti bu dönemde Balkanlar'daki Türk nüfusunu artırmak için yatay hareketliliği teşvik edici uygulamalar yapmıştır.
Bu teşvik uygulamaları şunlardır:
Bataklık ya da ıssız yerlere vakıflar kurmak yoluyla buraların ekonomik hayatını canlandırmış, insanların buraya yerleşmesini özendirmiştir.
Fethedilen yerlere yerleşeceklere bir takım vergi kolaylıkları sağlanmıştır.
b) Osmanlı Devletinde Duraklama Devri sonrası Yatay Hareketlilik:
Bu dönemlerde kaybedilen yerlerdeki Türk ve Müslüman halk iç kesimlere göç etmek zorunda kalmıştır.
Nüfus artışı, ekonomik güçlükler ve eşkıyalık hareketleri gibi nedenlerle kırsal kesimdeki halk büyük kentlere göç etmiştir
2- DİKEY HAREKETLİLİK
Bir sınıftan başka bir sınıfa geçmek veya bulunduğu sınıf içinde daha yüksek mevkilere gelmeye "Dikey hareketlilik" denir. Ortaçağ Avrupa'sının sınıflı toplumlarında ve Hindistan'daki "Kast" teşkilatının katı sınıfsal yapısında dikey hareketlilik yoktur. Çünkü buralardaki sınıflar kan bağına dayanmaktadır. Örneğin; baron, dük, kont, Lord olabilmenin şartı bu kimselerin soyundan gelmektir.
Osmanlı Devletinde "kan bağına" dayanan sınıfsal bir yapı olmadığından dikey hareketlilik yoğun bir şekilde görülür. Reaya statüsünden askeri statüsüne geçmenin, ya da bulunduğu mevkide daha üst kademelere yükselmenin üç temel şartı vardı:
Müslüman olmak
Devlet görevini en iyi şekilde yapmak
Padişaha tam bağlı olmak
Yönetenler sınıfına geçebilmek veya mesleğinde yükselebilmek, ancak eğitim-öğretim yoluyla mümkündü. Savaşlarda başarı göstererek tımar sahibi olmak, kalemiye sınıfına dâhil bir büroya kâtip olarak girmekte yönetenler sınıfına geçmenin yollarındandı.
Reaya içindeki Müslüman olmayanların devşirme yoluyla Müslümanlaştığını ve kapıkulu sistemi içinde eğitimlerini tamamlayarak devletin önemli kadrolarında görev aldıklarını görüyoruz. Mesela 1453–1566 yılları arasında görev yapan 24 veziri azamın 20'si devşirmedir.
OSMANLI TOPLUMUNDA MEYDANA GELEN DEĞİŞMELER
Osmanlı toplum düzeni ve barışı Kanuni’nin son yıllarından itibaren bozulmaya başlamıştır. 1554’lerden itibaren taşra yönetimiyle ilgili olan dirliklerin büyük bir bölümünü ele geçiren kapıkullarının, merkezden bağımsız olarak çiftlik ve malikâneler kurmaları, resmi hüviyet sahibi yeni tip köy zenginini ortaya çıkarmıştır. Bu gelişmelerden sonra tımarlı sipahilerin büyük bölümü dirliklerini kaybetmiş ve işsiz kalmıştır.
Bu gelişmeler sonucunda köylü, geçim sıkıntısı içine düşmüş, elindeki toprağı azalmıştır. Borcunu ödeyemediğinden kendi topraklarında ücretle çalışır duruma gelen köylü, toprağını terk edip göç etmek zorunda kalmıştır.
Dirlik sisteminin bozulmasından sonra Osmanlı toplumunu derinden etkileyen önemli bir faktörde Coğrafi keşiflerdir. Coğrafi Keşifler sonucunda Avrupa’ya getirilen gümüşün kaçak yollardan Osmanlı topraklarına girmesiyle, paranın değeri düşmüş ve fiyatlar %200’lere varan artışlar göstermiştir. Bunun sonucu olarak halk geçim sıkıntısı içerisine düşmüştür.
İşsiz kalan halk eşkıyalık yaparak Anadolu’daki isyanlara katılmıştır. !7. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden Celali İsyanları halkı önemli ölçüde etkilemiştir.
Bu olumsuzluklara karşı devlet, köylünün mülkünü gasledenlere karşı mücadele ettiyse de tam başarılı olamamıştır.
1- Osmanlı Toplumunda 18. Yüzyılda Meydana Gelen Değişmeler:
Avrupa ile diplomatik ilişkilerin yoğunlaşmasına paralel olarak “Kalemiye” sınıfının önemi artmıştır. Artık sadrazamlar seyfiyeden değil kalemiyeden seçilmişlerdir.
Avrupa’nın etkisi ile çeşitli reformlar yapılmış. Bu reformlar içinde yabancı uzmanlar getirilmiştir.
Devşirme sistemi önemini kaybetmiştir. Bunun sonucunda reayaya mensup kimseler yoğun olarak yönetici kadroya girmiş ve yöneticilerin etnik yapısı Türkler lehine değişmiştir.
18. yüzyılda devlet savaştan çekinmiş, deneyimli, yenilik taraftarı ve İstanbul’daki Avrupalı devletlerin elçileriyle boy ölçüşebilecek tecrübeli kişiler yönetime getirilmiştir.
18. yüzyılda güçlenen gruplardan biride “Ayan ve Eşraf”tır.. 19. yüzyılın başlarında iyice güçlenen ayanlar, merkez üzerinde etkili olmuşlardır. Başlangıçta, ayanlarla bir sözleşme imzalamak (Sened-i ittifak–1808) kalan II. Mahmut daha sonra merkezi idareyi güçlendirerek ayanların gücünü kırmıştır.
Osmanlı Devleti önceleri fethettiği bölgelere Türkleri taşıyıp yerleştirirken, 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılda savaşların kaybedilmesi nedeniyle elden çıkan topraklardan Anadolu’ya gelen insanlar uygun yerlere yerleştirilmeye çalışılmıştır.
Elden çıkan topraklardan gelen ürünlerin telafisi için konar-göçerler yerleşik hayata geçirilmeye çalışılmıştır.
2- Osmanlı Toplumunda Tanzimat ve Sonrasında Meydana Gelen Değişmeler:
Farklı bir anlayışa sahip, batı tarzı okulları bitiren ve yabancı dil bilen yeni bir bürokrat türü ortaya çıkmıştır. Bu yeni bürokratlar Bu yeni bürokratlar, İstanbul’daki yabancı elçilerle ilişki içindeydiler, buda yabancıların Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmasını kolaylaştırmıştır.
Tanzimat Fermanı ile devlet ile toplum ilişkilerinde yeni düzenlemeler yapılmış, halka yeni hak ve güvenceler verilmiş ve padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır.
Islahat Fermanıyla Müslim-Gayrimüslim halk, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin kaynaştırılmaya çalışılmıştır.
19. yüzyılda toprak kayıpları nedeniyle Osmanlı genel nüfusu azalırken, daralan Osmanlı sınırları içindeki nüfus ise kaybedilen yerlerden gelen göçlerle artmaktaydı.
19. yüzyılda ulaşımın buharlı gemiler ve demiryolları ile yapılmaya başlanması, istasyon, rıhtım, depo ve yeni postahane binalarının yapımına yol açmış ve bu binaların kervansaray ve hanların yerini almasını sağlamıştır.
Şehirlerdeki yönetim işleri, askeri sınıfın konaklarından, yeni oluşan bürokrasi için yapılmış devlet dairelerine kaymıştır.
Ayrı mahallelerde oturan milletler bir birine karışarak şehir dışında yeni mahalleler kurmuşlar, yeni zengin ve kozmopolit tabakaların oluşması sağlamışlardır.
OSMANLI EKONOMİSİ
Üretim, tüketim ve dağıtım ile ilgili etkinliklerin tümüne ekonomi denir. Bir toplumun ekonomik etkinlikleri, başlıca üç ana bölüme ayrılır: Tarım, Sanayi ve Ticaret. Bunlar kendi aralarında ikinci derecede bölümlere ayrılabilir. Devletlerin ekonomi politikalarının amacı halkın refahını sağlamaktır.
Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı idi. Bu nedenle iktisat anlayışı toprağın iyi değerlendirilmesi, boş bırakılmaması ve iyi vergilendirilmesine dayanıyordu. Sınırların genişlemesi sonucu ticaret faaliyetleri Osmanlı iktisat anlayışına yeni bir değişiklik getirmiştir. Ticari faaliyetler Osmanlı fetihlerini de yönlendirmiştir.
Siyasi ve askeri yönlerden güçlü olmanın yanında ekonomik yönden de güçlü olmayı hedefleyen Osmanlı Devleti’nin amacı; Avrupa’yı ekonomik yönden kendine bağımlı hale getirmekti.
Osmanlı Devleti’nde tüm iktisadi faaliyetler halkın sıkıntıya düşmeden yaşamasını sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Bu anlayışın sonucu olarak üretim faaliyetleri ihtiyaç duyulan oranda gerçekleştiriliyordu. Üretimin ihtiyacı karşılayamaması halinde satın alma yoluna gidiliyordu.
Osmanlı Devleti, 18. yüzyıla kadar kendisine yeterli bir ekonomik yapıya sahipti. Ancak, Coğrafi Keşifler sonucunda yeni yolların bulunması ve Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan yolların eski önemlerini kaybetmesi, Osmanlıların dünya ticaret yollarının uzağında kalması, yabancı ülkelere verilen ticari imtiyazlar (kapitülasyonlar) ve dış ticaretin yabancıların eline geçmesi Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkilemiştir.
19. yüzyılda Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler artmış ve Avrupalı devletlerin tamamı kapitülasyonlardan yaralanmıştır. Avrupa’daki sanayi İnkılâbı, Osmanlı Devleti’ndeki yerli sanayinin çökmesine, el tezgâhları ile atölyelerin kapanmasına neden olmuştur. Osmanlı devleti ekonomik alanda Avrupa’ya bağımlı hale gelerek onların açık pazarı haline gelmiştir.
A- TOPRAK İDARESİ ve TARIM
Osmanlı toplumunda ekonominin en önemli kolu tarımdı. Osmanlı Devleti, ekonomisinin en önemli kaynağı olan toprağı Miri Toprak olarak kendi mülkiyetinde tutmuştur. Devlet, toprakların işlenmesini reayaya bırakmış ve ekonomik hayatı düzenlerken her köylü ailesinin geçimini sağlayacak kadar toprağa sahip olmasına dikkat etmiştir. Osmanlı Devleti’nde ülke toprakları, mülkiyet hakkı bakımından “Mülk, Miri ve Vakıf” olmak üzere üçe ayrılmıştır.
1- Mülk Arazi: Mülkiyeti kişilere ait olan topraklardır. Bu tür topraklar kendi aralarında iki kısma ayrılmıştır;
Öşri Topraklar: Bu toprakları işleyenler Müslümanlardı. Toprağın mülkiyetine sahip olan Müslümanlar ürünlerinin bir kısmını devlete vergi olarak öderlerdi. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup, miras bırakabilirler, satabilir veya vakfedebilirlerdi.
Haraci Topraklar: Gayrimüslimlerden alınan topraklar olup, fetihten sonrada eski sahiplerinde bırakılmışlardır. Bu toprakları işleyenlerde her türlü tasarruf hakkına sahiptirler. Bunlar da “Harac-ı Mukaseme” adıyla üretim vergisi, “Harac-ı Muvazzafa” adıyla arazi vergisi verirlerdi.
2- Vakıf Arazi: Gelirleri cami, medrese, hastane, imarethane, han ve hamam gibi topluma hizmet veren kuruluşların masrafları için ayrılmış olan arazilerdir. Vakıf arazilerinin alınıp satılması kesinlikle yasak olup devlet tarafından da vergiden muaf tutulmuştur.
3- Mirî Arazi: Mülkiyeti devlete ait olan topraklardır. Devlet bu toprakları çeşitli hizmetler ve görevler karşılığı kullanıma vermiştir. Miri arazi gelirlerine göre şu bölümlere ayrılırdı:
Dirlik Araziler: Hizmet karşılığı olarak devlet adamlarına tahsis edilen arazilerdi. Bu sistemde toprağın mülkiyeti devlete, tasarruf hakkı köylüye, üreticinin devlete vermesi gereken vergi ise dirlik sahibine aitti. Böylece devlet hazinesinden memur ve sipahi maaşları için para çıkmamış oluyordu. Dirlikler gelirlerine göre üç bölüme ayrılıyordu:
Has: Yıllık geliri 100.000 akçeden fazla olan dirliklerdir. Bunlar padişah, şehzade, beylerbeyi vb. üst düzet yöneticilere verilirdi.
Zeamet: Yıllık geliri 20.000 akçe ile 100.000 akçe arasında olan dirliklerdir. Orta derecedeki devlet memurlarına (kadı, divan kâtipleri vb.) verilirdi.
Tımar: Yıllık geliri 3.000 akçe ile 20.000 akçe arasında olan dirliklerdir.
Dirlik sahipleri kendisine verilen toprakları köylüye 50–150 dönümlük topraklar halinde dağıtır. Ve hasat zamanında köylünün yetiştirdiği ürünün vergisini alırlardı.
Tımarlı Sipahi Şu Durumlarda Toprağı Köylüden Geri Alabilirdi
Toprağı sebepsiz yere terk edenlerden,
Sebepsiz yere 3 yıl üst üste ekmeyenlerden,
Sebepsiz yere vergisini vermeyenlerden.
Tımarlı Sipahinin Köylüye Karşı Görevleri Şunlardır:
Köylünün güvenliğini sağlamak,
Köylünün tohum, gübre vb. ihtiyaçlarını temin etmek,
Köylünün vergisini en kolay şekilde ödemesini sağlamak
Osmanlı devleti dirlik sistemini uygulamakla birçok kazançlar elde etmiştir. Bunlar:
Devlet, üretimi denetimi altına almış ve sürekliliğini sağlamıştır.
Eyalet askerleri bu sistem sayesinde yetiştirilmiş ve devamlı savaşa hazır bir ordu bulundurulmuştur.
Devlet, bazı görevlilerine maaş vermekten kurtulmuştur.
Ülkenin bayındır hale gelmesi, araziden daha iyi yararlanılması, askeri masrafların azalması ve gelirlerin arttırılması sağlanmıştır.
Devlet, dirlik sisteminin uygulandığı yerlerde vergi toplama yükünden kurtulmuştur.
Bu sistem sayesinde ülkenin her tarafına yayılan askerler sayesinde köylerde bile güvenlik sağlanmıştır.
NOT: Has ve zeametler, ilgili kişilere görevde kaldığı süre içinde tahsis edilir, görevlerinin bitiminde geri alınırdı. Tımarlar ise kanunlara aykırı bir hareketi olmadığı takdirde sipahilere ömür boyu verilirdi. Sipahinin ölümü üzerine bazı şartlarda mirasçılarına kalırdı.
NOT: Tımar ve zeamet sistemi II. Mahmut zamanında kaldırılarak başta valiler olmak üzere devlet memurları maaşa bağlandı.
NOT: Zaman içinde tımar toprakların Mukataa haline getirilip mültezime verilmesi yaygınlaşmıştır.
İltizam Sistemi: İltizam devlete ait bir gelirin ihale yoluyla şahıslara verilmesidir. 16. yüzyıldan sonra uygulamaya konulan bu sistemde devlete ait bir gelir genellikle 3 yıllık bir süre için açık artırmaya çıkarılır, en yüksek bedeli verene devredilirdi. Bu ihaleyi kazanan kişiye “Mültezim” denirdi. Mültezimlere dirlik sahiplerine verilen haklar tanınmıştı.
NOT: Bu sistemin en önemli yararı devletin acil para ihtiyacını karşılamasıdır.
Tımarların mukataa haline getirilip mültezime verilmesi şu olumsuz sonuçları doğurmuştur:
Mültezim baskısı altında kalan halkın vergisini ödeyememesine ve toprağını terk etmesine
İltizamların genellikle o bölgedeki zengin ve güçlü kişilere (ayan) verilmesiyle, taşradaki ayanlar güç kazanmaya başlamışlar ve devlete baş kaldırmışlardır
Tımar toprakların iltizama verilmesiyle, valiler eskiden tımarlı sipahiye yaptırdıkları güvenlik ve askerlik hizmetini, sarıca sekban denilen kapılarında besledikleri askerlere yaptırmaya başladılar. Barış döneminde veya beylerinin tayini çıktığında işsiz kalan ve levent adını alan bu insanlar eşkıyalık yaparak karınlarını doyurmaya başladılar.
NOT: İltizam yöntemi Tanzimat’a (1839) kadar yürürlükte kalmış, bu tarihte kaldırılmıştır. Ancak 1855'ten itibaren iltizama yeniden dönülmüştür.
Paşmaklık Arazi: Vergi gelirleri padişahların eşlerine ve kızlarına bırakılan topraklardır.
Malikâne arazi: Üstün hizmetleri nedeniyle bazı devlet görevlilerine verilen topraklardır.
Mukataa Arazi: Gelirleri doğrudan devlet hazinesine ait olan topraklardır.
Ocaklık Arazi: Gelirleri kale muhafızları ve tersane giderlerine ayrılan topraklardır.
Yurtluk Arazi: Gelirleri sınır boylarındaki askerlere verilen topraklardır.
Metruk Arazi: Otlak, yaylak, kışlak ve mera gibi tarıma kapalı olan ve halkın kullandığı topraklardır.
Toprak Sisteminde Meydana Gelen Değişmeler
Tımar sisteminin bozulmasıyla, "Dirlik topraklar" mirî mukataa'ya çevrilerek, yani gelirleri hazineye devredilerek, peşin alınan bir bedel karşılığı üç yıllığına "İltizam"a verilmeye başlandı.
NOT: Mültezim denen iltizam sahipleri daha fazla vergi toplamak için halka baskı yapmışlardır. Bu durum "Celali İsyanlarına" veya vergisini ödeyemeyen köylünün toprağını terk ederek büyük şehirlere göç etmesine neden olmuştur.
Devletin artan masraflarının karşılanması için Mukataalar mültezimlere üç yıllık dönemler için değil, ömür boyu verilmeye başlandı. Bu sisteme malikâne usulü denilir. (1695'te)
"Malikâne usulüyle" sağlanan gelirlerde yetmeyince, bu defa Mukataaların yıllık kârları paylara ayrılarak satılmaya başladı. Bu usule de Esham Usulü denilmiştir (1775).
Tımar ve zeamet sistemi II. Mahmut zamanında kaldırılarak başta valiler olmak üzere devlet memurları maaşa bağlanmıştır.
1854'te Arazi kanunnamesi ile mülkiyet sistemine geçilerek, uzun süre bir toprağı kullananlar o toprağın sahibi olmuşlardır.
1858'de çıkarılan bir başka "arazi kanunu" ile tarım ürünlerinden alınan çeşitli vergiler kaldırılarak, tek vergi olarak aşar vergisi yürürlükte tutuldu.
B- HAYVANCILIK
Hayvancılık tarım ekonomisinin ve genel ekonominin önemli unsurlarından biridir. Göçebeler geçimlerini tamamen hayvancılıktan sağlamışlardır. Osmanlı döneminin teknolojik seviyesi içinde hayvan, ulaşım ve üretimin en önemli güç kaynağıdır. Hayvanlar etleri ve sütleriyle önemli bir gıda kaynakları oldukları gibi kıl, yapağı ve derileri de sanayinin ham maddesini oluşturur. Devlet, hayvancılıkla uğraşanlardan Adet-i Ağnam adıyla bir hayvan vergisi almıştır. Bursa’da ipek, Ankara’da tiftik, Selanik’te çuha, Bulgaristan’da Aba üretimi yapılmaktaydı.
C- SANAYİ
Osmanlılarda sanayi 17. yüzyıla kadar Avrupa’dan ileri düzeydeydi. El tezgâhlarında her türlü araç ve gereç üretiliyordu. Silah sanayi ve tersaneler devletin elindeydi. Osmanlı Devleti’nde özel sektörün elindeki en önemli sanayi dalı tekstil (dokuma) idi. Ankara'da sof, Bursa'da İpekçilik, Selanik'te çuhacılık, Bulgaristan'da aba Kayseri, Manisa ve Tokat'ta dericilik (debbağlık) yaygındı. Ayrıca Osmanlı Devletinde savaş araç ve gereçlerini üretmek için fabrika ve imalathaneler de kurulmuştu.
Osmanlı Devleti’nde esnaf ve zanaatkârlar kendi aralarında “Lonca” denilen bir teşkilat kurmuşlardır. Her esnaf muhakkak bir loncaya kayıtlı olur, loncasının koruması ve denetimi altında bulunurdu.
Bu loncalar, ekonomik hayatın temeli durumundaydı. Loncalarda dini ve milli bir disiplin ve eğitim anlayışı vardı. Çırak, kalfa, usta ve şeyh ilişkileri bu anlayışa göre düzenlenmişti. Her loncanın altı kişilik bir yönetim kurulu vardı. Yönetim kurulu başkanına şeyh denirdi.
Şeyh: Çıraklık ve ustalık törenlerini yönetir ve cezaların uygulanmasını sağlardı.
Kethüda: Loncayı dışarıda temsil eder, hükümetle ilişkileri düzenlerdi.
Nakib: Şeyhi temsil eder, esnafla şeyh arasında aracılık yapardı.
Yiğitbaşı: Disiplin işleri ve esnafa hammadde dağıtımını yapardı.
Ehl-i Hibre: İki kişiydiler. Mesleğin sırlarını bilen, malların kalitesi bildiren, fiyat belirleyen uzman. (Bilirkişi)
Loncaların başlıca görevleri şunlardı;
Ürünlerin kaliteli yapılmasını sağlamak ve fiyatları belirlemek.
Esnafla hükümet arasında ilişkileri düzenlemek.
Üyelerinin zararlarını karşılamak ve kredi sağlamak.
Halka mesleki eğitim vermek.
NOT: Loncaların dışında esnaflık ve zanaatkârlık yapmak mümkün değildi.
Avrupa’daki Ekonomik Gelişmelerin Osmanlı Sanayine Etkileri
Coğrafi keşiflerle zenginleşen Avrupalılar; artan tüketim eğilimlerini, elde ettikleri altın ve gümüşle Osmanlı pazarlarından karşılayınca esnaf hammadde bulmakta zorlandı.
Sanayi İnkılâbı sonucu bol ve ucuz, üstelik kapitülasyonlar nedeniyle düşük gümrüklü Avrupa mallarıyla Osmanlı esnafı rekabet edemedi.
NOT: Esnafı zorlayan başka bir konuda şehirlere göç eden köylünün, maaşları alan yeniçerilerin ve diğer grupların esnaflığı yeni bir geçim yolu olarak görmesiydi. Bu durum esnaf teşkilatlarının disiplinli yapısını bozmuş, artan esnaf sayısı geçimlerini iyice zorlaştırmıştır.
Osmanlı Devletinin Sanayiyi Geliştirmek İçin Aldığı Tedbirler
Sanayi hammaddelerinin ihracını yasaklamıştır.
Gelişmiş teknolojiyle yeni imalathaneler açmıştır.
Islah-ı Sanayii Komisyonu kurarak, esnaf birliklerini canlandırmaya ve onları şirketleşmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti Tanzimat fermanıyla ülkenin kalkınması için yabancı sermayeden yararlanacağın açıklamıştı. Bu yolla Osmanlı ülkesinde haberleşme ve ulaşımı geliştiren adımlar atılmıştır.
Kırım savaşı sırasında ilk defa telgraf hattı döşenmiştir. Yine yeni bir teknoloji olan demiryolu Osmanlı ülkesine girmiştir. Verilen imtiyazlarla İngilizler Batı Anadolu hattını, Almanlarda Bağdat Demiryolunu inşa etmişlerdir.
D- TİCARET
Ticaret, üretilen malların tüketiciye ulaştırılması işlemidir. Siyasal, sosyal ve ekonomik düzenin sağlanması, devletin ticaretin önemi nedeniyle tüccarları özendirmesi, ticaret yolları üzerinde güvenliğin sağlanması ve işlek ticaret yollarının Osmanlı topraklarından geçmesi, ticaretin gelişmesini sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nde üçü Anadolu’da üçü de Avrupa’da olmak üzere altı ticaret yolu ağı vardı. Bunlar:
Anadolu'da Ticaret Yolları:
Sağ Kol: İstanbul'dan (Üsküdar) başlayan bu yol, Konya, Adana üzerinden Halep'e uyanıyordu.
Orta Kol: İstanbul’dan (Üsküdar) başlayan bu yol, Diyarbakır’a buradan da Musul ve Bağdat'a kadar uzanıyordu.
Sol Kol: İstanbul'dan (Üsküdar) başlayan bu yol, Erzurum ve Kars'a uzanıyordu.
Rumeli'de Ticaret Yolları:
Sağ Kol: İstanbul'dan Bulgaristan, Eflak-Boğdan ve Erdel'e uzanıyordu.
Orta Kol: İstanbul'dan Edirne, Belgrad üzerinden Avrupa içlerine uzanıyordu.
Sol Kol: İstanbul'dan Edirne, Selanik üzerinden Mora'ya uzanıyordu.
Osmanlılarda ticaret başlıca iki faaliyet alanında gelişmiştir. Birincisi zanaatkârların ürettiklerini dükkânlarında pazarlama biçimi, ikincisi ise, bir başka bölgeden ya da ülkeden getirilen malı satan ya da satmak üzere götüren tüccarın yaptığı iştir.
Tüccarlar niteliklerine göre başlıca üç gruba ayrılmıştır.
Sermayedar: Çoğunlukla bir malı ucuz ve bol bulunduğu dönemde toplayıp depolayan ve fiyatlar yükseldiğinde satan grup.
Tacir-i Seffar: Bir bölgeden başka bir bölgeye mal taşıyarak, o malın kıt olduğu bölgedeki fiyat yüksekliğinden kâr eden grup.
Örgütlenmiş Tüccar: Belli bir yerde mal gönderebileceği güvenilir temsilcileri bulunan ve bu yolla ticaret yapan tüccar grubu.
15. ve 16. yüzyıllarda, Türk tüccarları uluslararası ticaret faaliyetlerinde başlamıştır.16. yüzyılda Bursa, İstanbul, Kahire, Halep, Kefe, Edirne ve Selanik önemli ticaret merkezleriydi.
Osmanlı toprakları üzerinde canlı bir ticaret hayatı oluşmuştur. Bu Osmanlı Devleti’nin meydana getirdiği barış ve huzur ortamının bir sonucuydu. Osmanlı Devleti sınırları içinde canlı bir ticaret hayatının oluşmasının nedenleri;
Osmanlı siyasi düzeninin herkesin huzur ve güvenliğini sağlaması.
Osmanlıların uzak ve geniş alanları birbirini tamamlayan ekonomik birimler haline getirmesi.
Uzun ve alt dalları bulunan yol ağını kurup güvence altına alması.
Mekânda rasyonel bir örgütlenme sağlanması.
Ticaretle İlgili Deyimler:
Menzil: Yol üzerindeki konaklama noktalarına denirdi.
Menzil Teşkilatı: Haberleşme tatar denilen ulaklar tarafından yapılıyordu. Devlet habercilerin çabuk gitmelerini sağlayacak dinlenmiş atları ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için konaklama yerine yakın köy ve kasabalardaki bazı aileleri bu iş için görevlendirirdi. Bu teşkilata menzil teşkilatı denirdi.
Derbentçi: Ana yolların, boğaz ve geçitlerin güvenliğinden sorumluydu.
Mekkâri Taifesi: Yolcu ve mal taşıma işlerini meslek edinen esnaflara verilen ad.
NOT: Coğrafi Keşifler sonucunda yeni yolların bulunmasıyla Osmanlıların elinde bulunan ticaret yolları önemlerini kaybetmiş buda Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkilemiştir.
E- KAMU EKONOMİSİ
Kamu ekonomisi, devlet maliyesi demektir. Osmanlı Devleti’nde ilk mali teşkilat, I. Murat zamanında kurulmuştur. Tanzimat dönemine kadar günümüzdeki anlamıyla gelirlerin ve gederlerin ayrıntılarıyla gösterildiği bir devlet bütçesi yapılmamıştır.
Osmanlı en önemli gelir kaynağı vergilerdi. Vergiler ikiye ayrılır;
1- Şer’i Vergiler: İslami temellere dayanıyordu. Şer’i vergiler şunlardır:
Öşür: Müslüman halktan ürettiği ürünün onda biri oranında alınan vergidir.
Haraç: Gayrimüslimlerden alınan vergidir. İkiye ayrılıyordu:
Harac-ı Mukassem: Elde edilen üründen alınırdı.
Haracı Muvazzaf: Toprak vergisiydi.
Cizye: Müslüman olmayan halktan, askerlik hizmetinden muafiyeti karşılığı olarak alınan şahsi vergi idi. Kadın, çocuk, papaz ve düşkünlerden alınmazdı.
2- Örfi Vergiler: Devletin sürekli veya olağanüstü ihtiyaçları için padişahın emriyle konan vergilerdir. Örfi Vergiler şunlardır:
Çift Resmi: Tarım üreticisinin kullandığı toprağın büyüklüğüne ve üreticinin evli veya bekâr oluşuna göre alınan vergidir.
Niyabet Rüsumu: Yöneticilerin yönetim sırasında reayadan aldıkları vergidir. Suçlulardan alınan cerimeler (Bad-ı Hava)’de bu grup içindedir.
Bâclar ve Gümrük Vergileri: Tüccarlardan alınan vergilerdir.
Çift bozan vergisi: Toprağını izinsiz olarak terk eden veya üç yıl üst üste ekmeyenlerden alınan vergi.
NOT: Sel, savaş, yangın gibi olağanüstü durumlarda Avarız denilen bir vergi daha toplanırdı.
16. yüzyıldan itibaren giderlerin artması, buna karşılık gelirlerin azalması hazinenin açık vermesine yol açmıştır.
NOT: İlk resmi Osmanlı bütçesi Tarhuncu Ahmet Paşa tarafından hazırlanmıştır. Tarhuncu Ahmet Paşadan sonra Köprülülerde denk bütçe çalışmalarına devam etmiştir.
F- OSMANLILARDA PARA VE FİYAT HAREKETLERİ
Osmanlı tarihinde ilk para Osman Bey zamanında bastırılmıştır. Devletin darphanede yapıp piyasaya sürdüğü paralara Sikke adı verilirdi. Bunlardan gümüş olanına “Akçe”, altından olanına ise Sikke-i Hasene, Sultani ya da Kırmızı denirdi. Sikkelere bakır katılmasına ayar denilirdi. Bu tip paralara kırkık akçe adı verilirdi.
Sonraki dönemlerde çeşitli isimlerde sikkeler piyasaya sürülmüştür. Bunlar guruş, para, pul, metelik, mecidiye’dir.
Osmanlı parasının yanı sıra yabancı altın ve gümüş paralar da kullanılmıştır. Bunun nedeni Osmanlı ülkesinde altın ve gümüş madeninin az olmasıdır.
Coğrafi Keşifler sonunda Avrupa’dan gelen çok miktarda altın ve gümüşün Osmanlı topraklarına girmesi, Akdeniz havzasındaki hızlı nüfus artışı, Avrupalıların ticaret faaliyetlerini genişletmesi 16. yüzyılda Osmanlı parasının değer kaybetmesine neden olmuştur.
1839 ‘da ilk kez “Kaime-i Nakdiyye-i Mutebere” adıyla kâğıt para çıkarılmıştır. Karşılığı olmayan bu kâğıt paraların kullanımı üç kez tekrarlanmış ve fakat başarılı olunamamıştır. 1844 yılında yeni bir düzenlemeye gidilerek devlet darphanesi para basmada tek yetkili kılındı. Yüz guruş bir Osmanlı lirası olarak belirlendi. Böylece Osmanlı parası Guruş ve Mecidiye oldu.
G- DEĞİŞEN DÜNYA ŞARTLARI KARŞISINDA OSMANLI EKONOMİSİ
Tımar sisteminin ortadan kalkmasıyla bazı topraklar ayanların eline geçti ve büyük çiftlikler ortaya çıkmıştır..
Avrupa’nın azalan tarım üretiminin bir kısmını Osmanlılar karşılamış, sanayinin hammaddesi olan pamuk, tütün gibi ürünlerin üretimi yoğunluk kazanmıştır.
1858 yılında Arazi Kanunnamesi çıkarılarak özel mülkiyet pekiştirildi. Daha sonra Tapu Nizamnamesi de çıkarılmıştır.
Toprak üzerinden çeşitli adlarla alınan vergiler kaldırılarak, yerine, ürünün yüzde onu oranında alınan Aşar Vergisi tek vergi olarak bırakılmıştır.
19. yüzyılda hayvancılık açısından önemli olan Balkanlar, Avrupa’nın ihtiyaçlarını karşılamıştır.
Osmanlı ülkesindeki hammaddenin bir kısmı Avrupa’ya çıkmıştır.
Daha önce Avrupa’ya mamul mal satan Bursa ve Ankaralı tüccarlar yarı mamul mal satmaya başlamışlardır.
19. yüzyılda esnaf gruplarının lonca düzenindeki üretimleri büyük çöküntüye uğramıştır.
1820’lerden sonra Avrupa mallarının Osmanlı pazarlarını istila etmesi üzerine devlet şu tedbirleri almıştır:
Yeni teknolojiden faydalanarak fabrika diye isimlendirilen büyük imalathaneler açılmıştır.
1860–1873 yılları arasında faaliyet gösteren “Islahı Sanayi Komisyonu” sanayi alanında faaliyet gösteren esnafın canlandırılmasına çalışmıştır.
Avrupa mallarının pazarlanması ve hammadde ticaretinin yoğunluk kazanması üzerine, Avrupa ekonomisinin bir parçası haline gelebilmek için ulaşıma büyük önem verilmiş. Avrupa’dan kısa bir süre sonra demiryolu çalışmaları Osmanlı ülkesine girmiştir.
Tanzimat döneminde ticaret ilişkilerinin değişmesi üzerine kademeli olarak iç gümrükler 1874 yılına kadar kaldırılmıştır.
Ticaret yollarının değişmesi, kapitülasyonlar ve Balta Limanı Antlaşması Osmanlı ekonomisini olumsuz olarak etkilemiştir.19. yüzyılın tek yanlı hükümler taşıyan en önemli ekonomik antlaşması, İngiltere ile yapılan Balta Limanı Antlaşmasıdır (1838). Osmanlı Devleti, bir yandan Mehmet Ali Paşa, diğer yandan Rusya’nın güçlenmesi karşısında, İngiltere’ye bazı ekonomik ödünler vermiştir. Balta Limanı Ticaret Antlaşmasına göre yerli tüccar gümrük vergisi öderken, yabancı tüccar bundan kurtulmuştur (Bu antlaşmayla ihracattan alınan vergiler artırılırken (%12), İthalattan alınan vergiler azaltılmıştır (%5)).
Balta Limanı Antlaşması’nın en önemli özelliği, Osmanlı Devleti’nin bağımsız dış ticaret yapma hakkından yoksun bırakılmasıdır. Bu antlaşmadan sonra bağımsız dış politika izleyemeyen Osmanlı Devleti’ne, Avrupalı devletler her krizde vergileri düşürtmüşlerdir.
Tanzimat Dönemi’nde, 1847’de Bank-ı Dersaadet adıyla ilk banka kurulmuş, fakat bu banka Kırım Savaşı sırasında iflas etmiştir. Daha sonra İngilizler tarafından Bank-ı Osmanî kurulmuş(1856), 1863’te adı Bank-ı Osman’î-i Şahane olan bu bankaya para basma yetkisi de verilmiştir.
Tanzimat döneminde Mithat Paşa’nın girişimiyle çiftçiye kredi vermek için Memleket Sandıkları kurulmuştur. 1863’te Ziraat Bankası kurularak çiftçilere kredi sağlanmıştır.
1906 yılında ticareti desteklemek ve milli şirketler kurmak için Osmanlı İtibar-ı Milli Bankası kurulmuş ve 1927’de İş Bankası’na katılmıştır.
19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin iyice bozulması üzerine devlet iç borçlanmaya gitti. 1850’lerde iç kaynaklar tükenme noktasına gelince dış devletlerden borç para alma gündeme gelmiştir. Devlet Kırım savaşı sırasında 24 Ağustos 1854’te ilk defa dış borçlanmaya gitmiştir. 1854 yılında başlayan bu dış borçlanma 1877 yılına kadar sürmüştür. Osmanlı Devleti aldığı bu dış borçları ödeyemeyince Duyun-ı Umumiye İdaresi (Genel Borçlar İdaresi) kurulmuş (1881) ve alacaklı devletler, alacaklarına karşılık Osmanlı Devleti’nin bazı gelir kaynaklarına el koymuştur.
OSMANLILARDA EĞİTİM VE ÖĞRETİM
İyi bir insan, iyi bir vatandaş yetiştirmek amacıyla yapılan çalışmaların tümüne eğitim denir.
Osmanlı devlet anlayışında eğitimin hedefi; itaatkâr, hoşgörülü, sorumluluklarını bilen, kanunlara uyan, başkalarına saygılı, çevresine yararlı kişiler yetiştirmekti.
1- ENDERUN
Bu okul II. Murat Dönemi’nde Edirne Sarayı’nda açılmıştır. Endurun’un en önemli özelliği, saray üniversitesi olmasıdır. Osmanlı Devleti’ni yönetecek idareci, komutan, devlet memuru ve sanatkârlar burada yetişmiştir. Bu okul İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı’nda faaliyetlerine devam etmiştir.
Devşirme sistemiyle toplanan çocuklar, burada iyi bir Müslüman, güvenilir ve nitelikli bir devlet adamı veya usta sanatkâr olarak yetiştirilirdi. Daha sonraları Enderun’a Müslüman ailelerin çocukları da alınmıştır.
Enderun’da öğrenciler şu dört alanda eğitilirdi:
Beden eğitimi.
Saray İşlerini uygulamalı olarak öğrenme.
Yetenekleri doğrultusunda bir sanat dalında uzmanlaşma.
Teorik öğrenim yaparak İslami bilgilerini arttırma.
Eğitim-öğretim birbirini izleyen yedi oda(Koğuş) içinde yapılırdı. Bu odalar; Büyük Oda, Küçük Oda, Doğancılar Odası, Seferli Odası, Hazine Odası ve Has Oda’dır.
Enderun Mektebi, eski önemini yitirmekle birlikte 20. yüzyıla kadar varlığını devam ettirmiş 1909 yılında kapatılmıştır.
2- MEDRESE
Osmanlı Devleti’nin dayandığı sistemlerin temel düşüncesini veren, eğitim ve öğretim sisteminin temel kurumu medreselerdir.
Medrese, nakli ve akli bilimlerin öğretildiği eğitim kurumudur. İslam dinine ilişkin bilimler Nakli bilimleri oluşturur. Tefsir (Kur’an-ı Kerimin açıklaması), Fıkıh (İslam hukuku), Kelam (İslam felsefesi) nakli bilimlerdendir. Akli bilimler ise, bir yönüyle Allah’ın varlığını ve yüceliğini kanıtlayan, diğer yönüyle dünyanın düzenini ve özünü akıl yoluyla açıklayan bilim dallarıdır. Matematik, Cebir, Tarih, Fizik, astronomi akli bilimlerdendir.
İlk medrese 1331 yılında Orhan Bey tarafından İznik’te açılmıştır. Buraya atanan ilk müderris ise Davud-ı Kayseri’dir. Daha sonra başta Bursa, Edirne ve İstanbul olmak üzere hemen hemen her Osmanlı şehrinde medreseler açılmıştır. Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman Dönemlerinde medrese eğitim ve öğretimi en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Medrese, esas itibariyle Hariç, Dâhil ve Sahn olmak üzere üç bölümden oluşuyordu. İlkokul düzeyindeki Hariç derslerini veren öğrenci, isterse ortaokul seviyesindeki Dâhil derslere devam ederdi. Öğrenci Dâhil medreselerini bitirdikten sonra Sahn medresesinde eğitimini sürdürürdü. Sahn talebesi, danişmend veya softa (suhte) ismiyle öğrenim görür ve buralardan İcazetname denilen diploma ile mezun olurdu.
Medreselerde ders veren öğretmenlere Müderris, yardımcıklarına da Müid denirdi.
Osmanlılarda eğitimin ilk basamağı Sıbyan Mektebi idi. Bunlara “Mahalle Mektebi” de denirdi. Hemen her mahallede, her caminin yanında bir Sıbyan Mektebi vardı. Sıbyan mekteplerinde eğitim karma ve ücretsizdi. Bu okullar vakıflar eliyle yönetilirdi. Din bilginleri, kadı, doktor, matematik ve astronomi bilginleri gibi Osmanlı aydınlarının büyük kesimi medreseden yetişiyordu.
Osmanlılarda ilköğretim II. Mahmut zamanında zorunlu hale getirilerek 1847 yılında Sıbyan Mektepleri Talimnamesi yayınlandı. Bu talimnameye göre eğitim ve öğretimin süresi dört yıl olarak belirlenerek öğrencilerin okula devam etmesi zorunlu hale getirildi Tanzimat’tan sonra Avrupa’dan örnek alınarak yeni ilköğretim okulları açıldı. İlköğretim Sıbyan Mektepleri (Ana Okulu), İptidailer (İlkokul) ve Rüştiyeler (Ortaokul) olmak üzere üçe ayrıldı. 1869’da yayınlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile her köy ve mahallede Sıbyan Mektebi kurulması kararlaştırıldı
Osmanlı Devleti’ndeki genel amaçlı orta öğretim kurumlarının belli başlıcaları “İdadiler (Ortaokul), Sultaniler (Lise) ve Darulmaarif (Rüştiyeler ile Darülfünün arasında eğitim veren lise dengi okul)’tir”.
Osmanlı Devleti’ndeki yüksek öğretim kurumları ise Darülfünündür. 1871 yılında kapatılan Darülfününlar zaman zaman açılmışsa da istenilen sonucun alınmaması üzerine 1933 yılında kapatılarak yerine üniversiteler açılmıştır.
Medreseler, kuruluş döneminden Tanzimat’a kadar ülkenin bilim ve adalet hayatına önemli ölçüde de yönetime hâkim olmuştur. Batıdaki gelişmelere ayak uyduramayan medreseler, Tanzimat sonrasında gelişmeyi engelleyen kurum haline gelmiş ve 3 Mart 1924 yılında çıkarılan “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile kapatılmışlardır.
Medreselerin bozulma nedenleri:
Medreselerde pozitif bilimlere yeterince önem verilmemesi.
İlmiye mensuplarının hak etmediği halde terfi ettirilmesi.
Rüşvet ve iltimas ile müderris atanması.
Softa (suhte) denilen medrese talebelerinin mezuniyetten sonra iş bulamayıp Celali İsyanlarına katılması.
Okumuş kitlenin memuriyet dışında herhangi bir sahaya sevk edilememesi.
NOT: Tanzimat dönemine kadar bütün eğitim kurumları Şeyhülislama bağlı idi.
3- AZINLIK VE YABANCI OKULLARI
Osmanlı Devleti, birçok millet ve kültürü içinde barındırıyordu. Bu nedenle, Osmanlı topraklarında yaşayan ve Türk olmayan pek çok azınlık kendi okulunu açmıştır. Azınlık okulları, gayrimüslim topluluklara bağlı eğitim kurumlarıdır. Azınlık okulları, patrikhaneler ve hahamhaneler aracılığıyla bağımsız olarak yönetilmişlerdir. Azınlıklara ait okullar, genellikle kiliselerin yanında ona bağlı olarak açılmaktaydı (Fener Rum Papaz Mektebi, Heybeliada Papaz Mektebi, Musevi Asri Mektebi azınlık okullarındandır).
Azınlık okullarının dışında, Avrupalı devletlerde kendi politik çıkarlarına uygun düşen herhangi bir Osmanlı azınlığını koruma bahanesiyle okullar açmışlar ve onlar aracılığıyla çıkarlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bu amaçla Fransızlar Saint Benoit, İngilizler Beyoğlu Kız lisesi ile Nişantaşı İngiliz Erkek Lisesini, Amerikalılar ise Robert Kolejini açmışlardır. Bu devletlerden başka Almanya, İtalya, Avusturya, İran ve Rusya’da Osmanlı Devleti’nde okullar açmıştır.
Osmanlı Devleti’nin parçalanmaya başladığı son yıllarda azınlık ve yabancı okulları, başta din ve mezhep propagandası olmak üzere öğretmen kisvesiyle papazların ve casusların bir üssü haline gelmiştir.
EĞİTİM VE ÖĞRETİM ALANINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞMELER
1857 yılında Maarif-i Umumiye Nezareti (Genel Eğitim Bakanlığı) kurularak Milli Eğitim Bakanlığı’nın temeli atıldı.
1861 bir nizamname çıkarılarak harbiye, bahriye ve tıbbiye dışındaki okullar Maarif-i Umumiye Nezaretine bağlandı. Böylece askeri ve sivil okullar birbirinden ayrılmış oldu.
II. Mahmut döneminde ilköğretim zorunlu hale getirilerek, medreselerin yanında yeni tarz okullar açılmıştır.(Bu durum mektepli-medreseli tartışmalarına yol açmıştır.
1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi çıkarılarak eğitim yeniden düzenlenerek sistemleştirilmiştir.
Azınlıklara kültür, eğitim ve inanç özgürlüğü tanıyan Osmanlı Devleti, okul açma izni de vermiştir.
Kapitülasyonlardan faydalanarak yabancı devletlerde Osmanlı Devleti’nde okullar açmıştır.
Batı tarzı eğitim veren pek çok okul açılmıştır. Darülfünün (Yüksekokul–1845), Darülmuallimin (Öğretmen Okulu–1848), Darülmaarif (Devlet memuru yetiştiren Lise Dengi Okul–1849), Mektebi Mülkiye (İdari personel yetiştiren okul–1859), Islahhane (Sanat Okulu–1860), Lisan Mektebi (Yabancı Dil Öğreten Okul–1864), Sanayi Mektebi (Sanat Okulu–1868), Hukuk Mektebi ( 1874), Baytar Mektebi ( Veteriner Okulu–1895), Galatasaray Sultanisi ( Lise Düzeyinde Açılan İlk Okuldur–1868), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar okulu–1881) ayrıca Orman ve Maden Mektebi, Telgraf Mektebi ve Müze Mektebi gibi başka meslek ve sanat okulları da açılmıştır.
OSMANLILARDA KÜLTÜR VE SANAT
İnsanların meydana getirdiği maddi ve manevi değerlerin tümüne kültür denir. Aile yapısı, örf ve adetler, eğitim-öğretim, inançlar, giyim ve kuşam kültür oluşturan unsurlardır.
Osmanlı Kültürünü oluşturan temel etmenler şunlardır:
İlk Türk devletlerinden gelen Türk töresi.
10. yüzyıldan itibaren Türk kültürüne giren İslam inancı (İslam Hukuku).
Hâkim olunan coğrafyanın var olan kültür yapısı.
Osmanlı dönemi Türk kültürü, genel itibariyle coğrafyaya hâkim, dış kültür değerlerini kendi bünyesinde birleştiren ve onları geliştirerek yeni bir mana kazandıran bir özellik taşır. 13. yüzyılın sonlarından itibaren Bizans sınırında kurulan uc bölgelerinde, klasik büyük bir devlete yükselişin tarihini yaşayan Osmanlılar, kültürlerini uçlardaki diğer kültürlerin gelişmelerini de alarak süslemiştir. Kuruluş döneminde başlayan kültürel gelişme Fatih döneminde olgunlaşmıştır.
17. yüzyıl ve sonrası klasikleşen değerlerin, değişen dünya şartlarıyla karşılaşma dönemidir. 16. yüzyılda gücünün zirvesine ulaşan Osmanlı Devleti, bünyesinde birçok kültür toplamış, fakat diğer kültürleri yok etme yoluna gitmemiştir. 19. yüzyılda yeni tarz ve değerler gündeme gelmiş, bu dönemde çağdaşlaşma kültüre yansımıştır.
OSMANLILARDA DÜŞÜNCE HAYATI
Osmanlılar, Anadolu’da siyasi birliğin sağlanması yanında düşünce birliğinin sağlanmasına da büyük önem vermişlerdir. Osmanlıların bütün sistemlerinin temel yapısını İslam hukuku, eski Türk geleneği ve yaşanılan bölgenin özellikleri birleşerek esas teşkil etmiştir.
Osmanlı klasik döneminde bilim, dini yönden algılanmış ve bu açıdan tanımlanmıştır. Bilimler Nakli (İslami Bilimler) ve Akli Bilimler diye iki kısma ayrılmıştır.
18. yüzyılın başından itibaren, batılılaşma ve çağdaşlaşma Osmanlı düşüncesinde yer etmiştir. Tanzimat’tan itibaren çağdaş toplumun özelliklerinden olan çeşitli düşünce akımlarının temelleri atılmıştır. Bu düşünce akımları ve önemli temsilcileri şunlardır:
İslamcılık (Panislamizm): Tüm Müslümanların bir çatı altında toplanmasını savunmuşlardır. II. Abdülhamit tarafından desteklenen bu akımın önemli temsilcileri İzmirli İsmail Hakkı, Ahmet Cevdet Paşa, Bursalı Tahir, Mehmet Akif Ersoy ve Şemsettin Günaltay’dır
Batıcılık: Her yönüyle batının örnek alınmasını savunmuşlardır. Abdullah Cevdet bu akımın en önemli temsilcisidir.
Osmanlıcılık: Din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin Osmanlı sınırları içinde yaşayan tüm insanların birlikteliğini savunmuşlardır. Namık Kemal ve Sabahattin Bey bu akımın temsilcileridir.
Turancılık (Türk Birliği): Tüm Türklerin bir çatı altında toplanmasını savunmuşlardır. Bu akımın en önemli temsilcisi İttihat ve Terakki Partisi idi.
Türkçülük: Misak-ı Milli sınırları içindeki Türklerin birlikteliğini savunmuşlardır Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Fuat Köprülü bu akımın en önemli temsilcileridir. Atatürk, Türkçülük konusunda Ziya Gökalp’ten etkilenmiş ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bu temel üzerine oturtmuştur.
BİR KÜLTÜR UNSURU OLARAK DİN
Din bir kültür öğesi olarak, insan ve toplum davranışlarını etkileyen en önemli faktörlerden birisidir. Dini faaliyetler, özellikle tarikatların çevresinde yoğunlaşmıştı. Tarikat şeyhleri bulundukları yerlerde hem kendi görevlerini yerine getiriyor hem de kültürel gelişmeye katkıda bulunuyorlardı.
BİLİM VE TEKNOLOJİ
Osmanlı Devleti’nde bilime ve bilim adamlarına büyük bir önem verilmiştir. Bunun sonucunda birçok bilim dalında pek çok bilim adamı yetişmiştir. Bilindiği gibi Osmanlıların bilim merkezleri medreselerdir. Fatih döneminde açılan Sahn-ı Seman Medresesi ve Kanuni döneminde açılan Süleymaniye Medresesi çağın en ileri bilim kuruluşları olmuştur. El-Fenari, Kadızade-i Rumi, Ali Kuşçu, Molla Lütfi, Molla Zeyrek, Aşıkpaşazade, Neşri, İdris-i Bitlisi, Kemalpaşazade, Piri Reis, Seydi Ali Reis, Koçi Bey, Kâtip Çelebi, Peçevi İbrahim Efendi ve Evliya Çelebi önemli bilim adamlarıdır.
YAZI, DİL VE EDEBİYAT
Osmanlılar Arap Alfabesini kullanmışlardır. Osmanlılar Arap Alfabesine, Türkçedeki seslerin söylenişlerinden esinlenerek birkaç harf daha eklemişlerdir.
Osmanlılarda devletin resmi yazışma dili Türkçe, din ve bilim dili Arapça ve edebiyat dili de Farsça idi.
Türkçe, Arapça ve Farsçanın kaynaşması sonucu Osmanlıca denilen bir yazı dili ortaya çıkmıştır.
Edebi Akımlar ve Temsilcileri:
Divan Edebiyatı: Osmanlılarda saray ve medrese çevresinde Arap ve Fars edebiyatının etkisiyle gelişen edebiyat türüdür. Nesimi, Dehhani, Ahmedi, Şeyhi, Ahmet Paşa Necati, Baki, Fuzuli, Zati, Hayali, Yahya Bey ve Nef’i bu edebiyat türünün en önemli temsilcileridir.
Halk Edebiyatı: Halk edebiyatının temeli ozan ya da âşık adını alan şairler tarafından atılmıştır. Şairler halkın duygu ve düşüncelerini sade bir Türkçe ile anlatmışlardır. Gevheri, Âşık Ömer, Karacaoğlan, Köroğlu, Kul Mehmet ve Kul Mustafa bu edebiyat türünün en önemli temsilcileridir.
Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı: Tekkelerde yetişen ve daha çok dini değerlere ağırlık veren, fakat nazım şeklinde halk edebiyatına yaklaşan bir edebiyat türüdür. Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Eflaki Dede, Hacı Bayram Veli, Kaygusuz Abdal, Akşemseddin, Dede Ömer Ruşeni İbrahim Gülşeni, Pir Sultan Abdal ve Sinan-ı Ümmi Tekke edebiyatının en önemli temsilcileridir.
Tanzimat Edebiyatı: Batının etkisiyle gelişmiş bir edebiyat türüdür. Bu dönemde dilde sadeleşme ön plana çıkmıştır. Batıdan alınan ilk tür tiyatro olmuştur. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Şemseddin Sami, Ali Suavi ve Ahmet Cevdet Paşa bu dönemin önemli temsilcileridir.
Serveti Fünun Edebiyatı(Edebiyatı Cedide): Türk edebiyatının Avrupalılaşmasında yeni bir aşama olmuş, şiirde aruz ölçüsünü kullanıp bireysel konuları işlemişlerdir. Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahid bu akımın en önemli temsilcileridir.
Fecri Ati Edebiyatı: Bu dönemin önemli şair ve yazarları; Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Refik Halit, Fuat Köprülü ve Yahya Kemal’dir.
Milli Edebiyat: Edebiyat tarihimizde 1911–1923 tarihleri arasında kalan dönemdir. Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Mehmet Akif Ersoy bu akımın en önemli temsilcileridir.
OSMANLILARDA BASIN VE YAYIN
Osmanlılarda ilk matbaa Lâle Devri'nde İstanbul'da kurulmuştur (1727). Bu ilk matbaanın kurucuları Sait Efendi ve İbrahim Müteferrika'dır. Burada basılan ilk eser ise Vankulu Lugatı’dır. Osmanlılarda Gazetecilik
Osmanlı devletinde ilk resmî gazete, II. Mahmut zamanında haftalık olarak çıkarılan Takvim-i Vekayi'dir (1831). Bu gazete Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdürmüştür. Türkçe olarak çıkarılan bir başka gazete ise Ceride-i Havadis'tir (1840). İlk özel Türk gazetesi Agâh Efendi ve Şinasi'nin 1860'ta çıkardıkları Tercüman-ı Ahval'dir. Şinasi ayrıca 1862'de Tasvir-i Efkâr adıyla bir fikir gazetesi çıkardı. Namık Kemal bu gazetede başyazardı. 1866'da çıkarılan Muhbir isimli gazetede Ali Suavi laisizmi işledi. II. Meşrutiyet'in ilânından sonra basın ve yayın hayatında yeniden canlanma görüldü. Hüseyin Cahit, Tevfık Fikret ve Hüseyin Kâzım, Tanin Gazetesini çıkardılar. İttihat ve Terakki yönetimine karşı olanlar Volkan Gazetesini çıkardılar. Volkan gazetesi 31 Mart Olayı'nın çıkmasında etkisi olduğu gerekçesiyle kapatıldı. 31 Mart Olayı'ndan sonra iktidarını güçlendiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, basına uygulanan sansürü ağırlaştırdı. I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla Osmanlı basın hayatı tümüyle durgun bir döneme girdi. Ancak I. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Yenigün, Akşam, İkdam ve Güleryüz gibi gazeteler çıkarıldı.
Osmanlılarda Dergicilik
Osmanlı Devleti'nde ilk dergi Mecmua-i Fünun adıyla Münif Paşa tarafından, ilk resmî dergi ise Mir'at adıyla Mustafa Refik tarafından 1862'de, ilk mizah dergisi Diyojen adıyla Teodor Kasap tarafından 1872'de çıkarıldı. Daha sonra bu dergiyi Hayal ve Çıngıraklı Tatar isimli mizah dergileri izledi.
XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Genç Kalemler ve Türk Yurdu düşünce hayatımıza önemli katkılar yapmış dergilerdir. Aynı dönemde mizah türünde Hokkabaz Hoca Nasreddin ve Geveze gibi dergiler yayınlanmıştır. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Aydınlık ve Aydede adlı mizah dergileri çıkarılmıştır.
GÜZEL SANATLAR
Osmanlılar’da gelişen sanat dalları; mimari, edebiyat, minyatür, musiki, tezhip, çinicilik, hattatlık, cam, seyirlik oyunlar ve tiyatrodur.
Zanaat dalları ise; dokuma, halı, cilt, maden ve ahşap işleridir.
Minyatür Sanatı: Osmanlılarda el yazmalarını süsleyen resimlere minyatür, bu sanat ile uğraşanlara da nakkaş denirdi. İslam dinine göre resim yasaklandığı için resim yerine daha soyut olan minyatürü tercih etmişlerdir. Matrakçı Nasuh ve Nakkaş Osman önemli minyatür ustalarındandır. Diğer önemli minyatür sanatçıları Niğari, Nakkaş Hasan Paşa, Kalender ve Levni’dir. Şeker Ahmet Paşa önemli ressamlardandır. 19. yüzyılda resim dalında Osman Hamdi Bey Güzel Sanatlar Okulu’nu açarak Batı Tarzında Resim Sanatının gelişmesi yolunda ilk adımı atmıştır.
Keramik Sanatı: Osmanlılarda ilk defa keramik ve çinicilik 16. yüzyılda İznik’te başlamıştır.17. yüzyıldan itibaren İznik keramik ve çini merkezi olarak önemini kaybetmiştir.
Çinicilik Sanatı: Kökeni Orta Asya’ya kadar giden çini sanatı, Osmanlılarda gelişmiştir. Osmanlıların çini merkezi önceleri İznik iken daha sonra Kütahya olmuştur. Osmanlı çini sanatının en önemli örneklerini, 16. yüzyıl ortasından 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar İznik sır altı tekniğiyle yapılan kırmızı çiniler teşkil etmektedir. Osmanlı dönemi çinilerinde bitkisel motifler ile sarı, yeşil ve kırmızı renkler kullanılmıştır.
Cilt Sanatı: Osmanlılarda cilt sanatı, özellikleri deri ciltler, çeşitli malzemeleri ve zengin bezemeleri ile dikkat çeker. Deri ciltler üzerine farklı tekniklerle bezemeler yapılmıştır. Bu işle uğraşanlara mücellit denirdi.
Hat Sanatı: Güzel yazı yazma sanatıdır. İslamiyet’e geçişle başlamıştır. Hat sanatı ile uğraşanlara hattat denir. İslam ülkelerinde resim sanatının yerini almıştır. Türk yazı sanatı, en parlak dönemini Osmanlı hattatlarıyla yaşamıştır. 13. yüzyılın sonlarından itibaren hattatlar sülüs, nesih, muhakkak, reyhanî, tevki ve rika gibi yazı çeşitleri kullanmışlardır. Amasya’lı Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisari, Hafız Osman, Mustafa Rakım Efendi ve Kazasker Mustafa izzet önemli hattatlardandı.
Müzik: Osmanlılar, Türk müzik geleneğini devam ettirerek Osman Bey zamanında Mehterhane denilen mızıka takımını kurmuşlardır. Tokatlı Derviş Ömer Gülşeni, Nihani, Mustafa Itri Efendi, önemli müzisyenlerdendir. !8 ve 19. yüzyıllarda Türk müzüğinde Batı’nın etkisi görülmeye başlanmıştır. Bu dönemde tek sesli müzikten çok sesli müziğe geçilmiştir. II. Mahmut Mızıka-i Humayun’u kurarak örgün bir müzik eğitimi başlatmış, bir anlamda konservatuar açmıştır. 19. yüzyılda İsmail Dede Efendi, Dellalzade İsmail Efendi, Hacı Arif Bey ve öğrencisi Şevki Bey gibi ünlü müzisyenler yetişmiştir.
Tezhip Sanatı: Kitapların altınla yaldızlanmasına tezhip, tezhip yapanlara da müzehhip denirdi. Her kitaba uygulanmaz sadece değerli kitaplara uygulanırdı.
Tiyatro ve Diğer Seyirlik Oyunlar: Türklerin Orta Asya’dan bu yana devam eden kukla, dans ve birtakım taklit oyunları Osmanlı Devletinde de devam etmiştir. Türk tiyatrosu; Köylü Tiyatrosu, halk Tiyatrosu, Saray Tiyatrosu ve Batı tiyatrosu olmak üzere dört bölüme ayrılırdı. İlk Türkçe tiyatro oyunu Şinasi’nin Şair Evlenmesi’dir.
Cam Sanatı: Camilerde ve ahşap binalarda kullanılmıştır. Küçük renkli cam parçalar bir araya getirilerek yapılır.
MİMARİ
Osmanlı mimarisi 15. yüzyılın ikinci yarısına kadar Selçuklu ve Beylikler mimarisinin etkisinde kalmıştır. Klasik dönemde Türk mimarisi evrensel değerde bir üretme gücüne sahip olmuş ve üstün bir niteliğe kavuşmuştur.
Osmanlı mimarisi, özellikleri bakımından üç döneme ayrılır:
1- Erken Dönem: Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 15. yüzyılın ikinci yarısına kadar geçen dönem, Osmanlı mimarisinde erken dönem olarak anılır. Bu dönem, genelde Selçuklular ve beylikler dönemi mimari özelliklerini taşır.
Bu dönemde yapılan mimari eserlerden bazıları şunlardır; İznik’te Hacı Özbek Camii ve Yeşil Camii, Bursa’da Ulu Camii, Hüdavendigar Camii ve Yeşil Camii, Edirne’deki Ulu Camii ve Üç şerefeli camii. Fatih tarafından yaptırılan Topkapı sarayı sivil mimarinin en önemli örneklerinden biridir.
Yıldırım Bayezıt tarafından yaptırılan Anadolu Hisarı ile Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Rumeli Hisarı ve Topkapı Sarayı’nın surları askeri mimarinin en güzel örnekleridir.
2- Klasik Dönem: Mimari alanda bu döneme damgasını vuran Mimar Sinan’dır. Türk mimarisi Mimar Sinan ile doruk noktasına ulaşmıştır. Dört yüzden fazla eser bırakan Mimar Sinan, Şehzade Camiini çıraklık, Süleymaniye Camiini kalfalık ve Selimiye Camiini de ustalık eseri olarak kabul etmektedir. Mimar Sinan, yalnızca mimari eserler meydana getirmekle kalmamış Mimar Davut Ağa ile Mimar Mehmet Ağa gibi ünlü mimarları da yetiştirmiştir.
17. yüzyılın en önemli mimarı ise Sultan Ahmet Camiini yapan Mimar Mehmet Ağa’dır.
3- Geç Dönem: 18. yüzyılda (Lale Devrinde) Türk mimarisi kendi üslubundan uzaklaşarak Avrupa mimarisinden etkilenmiştir. Bu dönemde Avrupa mimarisinin barok ve rokoko tarzları mimarimize girmiştir(1740–1808). Avrupa mimari tarzının etkisinde yapılan ilk eser Nur-u Osmaniye Camii’dir.
19. yüzyılda batı kaynaklı “Ampir Üslüp” adlı yeni bir mimari akım ortaya çıkmıştır(1808–1860).1900 yılından sonra “Neo Klasik” denilen eski Osmanlı mimarisi yeniden önem kazanmıştır.Osmanlı mimarisi dini, sivil ve askeri mimari olmak üzere üç bölüme ayrılmaktadır.
NOT. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren futbol ülkemize girmiş, Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe gibi spor kulüpleri kurulmuştur.
|