![]() |
||||||||
Ahmet Refik’in kaleme almış olduğu Osmanlı Zaferleri isimli eser hakkında tahlil ve kısa bir özet.
GİRİŞ Her tarih gibi Osmanlı tarihi de bir zaferler ve yenilgiler tarihidir. Ama daha çok birer kahramanlık tablosu olan zafer sahneleri kendini göstermektedir. Her Osmanlı zaferi, mazideki medeniyetimizin bir işaret taşıdır. İşte bütün büyük devletlerin tarihlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin tarihinde de büyük zaferlerin ve yenilgilerin olduğunu belirten Ahmed Refik, Osmanlı Zaferleri adlı kitabında Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık tarihi boyunca almış olduğu zaferleri ve bu zaferleri nasıl kazandığını inceleyen ve bunu eserine yansıtan bir yazar olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle bütün diğer Türk Devletleri’nde olduğu gibi Osmanlılarda da askerliğin ve savaşçılığın ne kadar önemli olduğu düşünülürse Ahmed Refik’in yazdığı bu eserin gerekliliği ve faydası anlaşılacaktır. Osmanlı Devleti’nin Nizam-ı Alem ve cihad gibi yüksek gayeler için değişik kıta ve sahalarda yüzyıllar boyunca savaşlar yapması ve birçok zafere imza atması bu eserin ortaya çıkış amillerindendir. Eserin elimizde bulunan ve Timaş Yayınları tarafından Eylül 1996 yılında İstanbul’da yayımlamış olduğu ikinci baskısı da tıpkı Mayıs 1996 baskısında olduğu gibi Dursun Gürlek tarafından sadeleştirilmiş ve günümüz Türkçesi’ne tam olarak adapte edilmiştir. Kitabın bu baskısı da yazarın 27 Ramazan 1323’de İstanbul’da yazmış olduğu Önsöz ile başlamaktadır. Ahmed Refik yazmış olduğu bu Önsöz’de askerliğin Osmanlılar için önemini ve seçkinliğini, onların kazandıkları zaferlerde dini inançları rehber kabul etmesini, Osmanlı askerinin sürat, savaş malzemesi ve harp hareketi olarak mükemmel olduğunu, ordunun devamlı ve intizamlı olduğunu, ordu komutanı olarak padişahların veya onların yerine Serdar-ı Ekrem tayin edilen sadrazamların nice kahramanlıklar yaptıklarını belirtmiştir. Eserde özellikle dikkati çeken unsur Osmanlıların yaptıkları savaşlarda padişahların oynadıkları roller ve askeri teşkilatın düzenliliğinin savaşa yapmış olduğu etkidir. Nitekim Ahmed Refik, Osmanlı padişahlarının askerlere moral ve kahramanlık aşıladığını belirtmiş ve bununla ilgili olarak Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin savaşın zorluklarından şikayet eden korkak askerlere karşı “Siz gitmezseniz, ben yalnız başıma giderim.”diye hitab ederek bir kahramanlık örneği göstermesini örneklendirmiştir. Bununla birlikte kendisi eserin konusunu oluşturan bu büyük zaferlerle ilgili olarak “Bu büyük savaşlar hiçbir devletin askeri tarihinde görülmeyen olağanüstü başarılardan başka bir şey değildir” demektedir. Eserde Önsöz’den sonra sekiz ayrı bölüm karşımıza çıkmaktadır. Bu bölümlerden ilki Osmanlılarda Savaş Yöntemi iken diğerleri sırasıyla Kosova Meydan Savaşı, Niğbolu Meydan Savaşı, Varna Meydan Savaşı, İstanbul’un Fethi, Çaldıran Meydan Savaşı, Mohaç Meydan Savaşı, Haçova Meydan Savaşı olarak sıralanmaktadır. Eserinde böylece yedi ayrı Osmanlı Zaferi’ni ele alan Ahmed Refik, her zaferi kendi içinde değerlendirmiştir. OSMANLI’DA SAVAŞ YÖNTEMİ Eserin birinci bölümü olan Osmanlılarda Savaş Yöntemi adlı bölümde Osmanlı Devleti’nin en kutsal vazifelerinden birisi olan askerlik ile askeri talim ve terbiyelerle ilgili bilgiler verilmektedir. Bu bölümde yazar; Osmanlıların, kazandığı zaferlerin çokluğu ve fethettiği ülkelerin genişliği nedeniyle haklı bir şöhret kazandığını ve Osmanlıların kısa denilebilecek bir zaman zarfında böyle büyük zaferler kazanmasının sebebinin askerlik olduğunu belirtmiştir. Bu bölümde kazandığı zaferler nedeniyle diğer devletler arasında namı kahramanlık ve askerlik namlarıyla birlikte anılmaya başlayan Osmanlıların askeri talimlerinin ve terbiyelerinin din ve itaat gibi iki sağlam esasa dayandığı ve bu nedenle önemli başarılar kazanıldığı belirtilmiştir. Bununla birlikte Osmanlılarda bütün bir milletin askermiş gibi topyekün talim ve terbiye edildiği de bu bölümde değinilen konulardan birisidir. Osmanlılarda Savaş Yöntemi’nin incelendiği eserin birinci bölümünde Osmanlıların savaş yönteminin ecdadları olan eski Türklerin savaş teşkilatına ve nizamına dayandığı belirtilmiştir. Nitekim Asya’nın en cengaver ve en alicenap bir milleti olan Türklerin milli ve askeri hayatları öyle bir kahramanlık tablosu ortaya koyuyordu ki, cesaretleri, ahlaki üstünlükleri düşman gönüllerde bile takdir duygularını harekete geçiriyordu. Türkler hayatlarını silah sayesinde sürdürdükleri, şan ve şereflerini yine onunla korudukları için cengaverliğe son derece önem verirlerdi. Askerliğin ruhu olan itaatte son derece ileri seviyedeydiler. Askeri eğitimin ve savaş yöntemlerinin aslını itaat, cesaret, nişancılık ve süvarilik oluşturuyordu. Türkler için savaş sebepleri ise ya nefislerini müdafaa veya askerlerini himaye maksadından ibaretti. Bir Türk’ün cesaret ve kahramanlığı nişancılıktaki yeteneği ile takdir edilirdi. Hasta döşeğinde ölmeyi kahramanlığın şanına yakıştıramadıkları için, en çok savaş meydanında canını feda etmekle övünürlerdi. Türkler için en ünlü darb-ı mesel:“İnsan evde doğar, kavga meydanında can verir!” sözünden ibaretti. Memleketine muhabbet, sancağına hürmet bir Türk için en önemli bir görevdi. Askeri teşkilatları tamamen manevi bir esas üzerine kuruluydu. Türklerin askeri teşkilatları, kısa bir zaman içinde, cesaretlerine ve kahramanlıklarına uygun olarak en yüksek mertebeye çıkmıştı. Osmanlı Savaş Yöntemi’ni etkileyen en önemli unsurlardan birisi olan eski Türklerin askeri teşkilatlarına değinen yazar, Türklerin daha sonra İslam’ın nurundan hisselerini aldıklarını ve Türklerin İslamiyeti kabul ettikten sonra da askerlik meziyetlerini sürdüren bir kavim olarak dikkat çektiğini belirtmiştir. Osmanlı Devleti’nde askerlik kurumunun her zaman için düzenli işleyen bir kurum olduğu ve bu düzenin büyük bir dikkat ve itina ile sağlandığı eserde belirtilen diğer bir önemli noktadır. Nitekim Osmanlılar sınırlarını genişletmeye, yeni yeni ülkeler fethetmeye başladıkları zaman ilk önce akıncı namıyla teşkil edilen süvari askerlerinden yararlandılar. Akıncılar süratli hareket eden askerler oldukları için, düşmana ansızın baskın veriyorlar, böylece kesin olarak zafer kazanıyorlardı. Yine Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını takip eden zaman zarfında değişik askeri birliklerde kurulmaktaydı. Bu askeri birlikler içerisinde en önemlilerinden birisi Yeniçeri Ocağı idi. Bu ordu Avrupa’da teşkil edilen ilk devamlı ordu idi. Devşirme usulünün tatbik edildiği Yeniçeri Ocağı’ndan farklı olarak Acemi Oğlanları Mektebi kuruldu. Bu okulun amacı orduya asker yetiştirmekti. Osmanlı tabiiyetine giren gayrimüslim çocukları ilk önce Acemi Oğlanlar Mektebi’nde talim ve terbiye görür, ondan sonra da kışlalara dağıtılırdı. Bununla birlikte orduyu oluşturan umum efrada “kul” denilirdi. Bunun dışında ordunun ilerisinde hareket eden ve gayesi düşman memleketlerini çapul olan, ayrıca yine orduda keşif hizmetiyle yükümlü bulunan bir de akıncı süvarisi teşkil edildi. Osmanlı topraklarının kısımlara ayrılması da yine askerlik noktasındandı. Her sancağın beyi, kendi sancağının mülki ve askeri idaresine nezaret eder, savaş olduğu zaman, askerin atını silahını ve mühimmatını hazır bulundurmak için çaba gösterirdi. Bununla birlikte ordu sadece düzenli ve devamlı bir askeri birlikten ibaret değildi; eli silah tutan herkes sefere katılırdı. Osmanlılar askeri teşkilatlarıyla, harikulade zaferleriyle komşularını büyük bir dehşet içinde bırakmışlardı. Siyasi üstünlükleri ve askeri dehalarıyla tarihte büyük bir şöhret kazanan Romalıların muhteşem lejyonları, Avrupa darul harekatları üzerinden ebediyen silindiği bir sırada, Osmanlıların büyük orduları sahip oldukları disiplin, nizam, intizam ve fetih ruhuyla çok kısa bir zaman içinde Avrupa’yı dolaşmaya başlamışlardı. Özellikle cesaretleri dillere destandı. Ne zamanki devamlı ordu kuruldu. Ve bir ordunun ruhunu oluşturan askeri disiplin, nizam ve intizam fikri askerin vazgeçilmez unsuru haline geldi. İşte o zaman ordu gücünü kuvvetini bir kat daha artırdı. Padişaha itaat, sancağa muhabbet zinet ve debdebe gibi cengaverliğin şanına yakışmayan şeylerden uzak durma, harp sanatıyla İslami ve askeri faziletlere gösterilen ilgi, ordunun asıl ve önemli özelliklerinden sayıldı. Osmanlı ordularında inzibat olanca kemali ile mevcuttu. Hatta o kadar ki Osmanlıların askeri inzibatları darb-ı mesel hükmüne geçmiş, “Kırkı bir kıl ile yedilen asker” sözü bundan dolayı söylenmişti. Buna ek olarak Osmanlı ordusu hakkında söylenebilecek bir şey de Osmanlı komutanlarının zaferlere yaptığı katkılardır. Nitekim Osmanlılar son derece tecrübeli ve cesur komutanların maiyetinde savaşlara katılmışlardır. Komutan seçiminde birinci şart, seçilecek zatın cesareti, siyasi ve askeri mahareti idi. Gerek aslen Osmanlı olsun gerekse devşirme yoluyla toplanan çocuklar, talim ve terbiye yani eğitim ve öğretimleri, doğuştan getirdikleri özellikleri dikkate alınarak Enderun-u Hümayun’a kabul edilir, burada dini kurallara ve İslami edeplere vakıf olur olmaz padişahın sarayına getirilir, bir süre hakanın hizmetinde bulunduktan sonra yavaş yavaş makam sahibi olur, miralem, mirahor-u evvel, mirahor-u sani ve kapıcıbaşılık rütbelerinden biriyle çerağ edilirdi. Ahmed Refik’in kaleme almış olduğu Osmanlı Zaferleri adlı bu eserin birinci bölümü olan Osmanlılarda Savaş Yöntemi adlı bu bölümde özellikle Osmanlı askerlerinden, ordudan bahsedildikten sonra savaşların yapılışı hakkında bilgiler verilmektedir. Osmanlılar ne zaman bir savaşa karar verirlerse, mutlaka daha önceden gerekli hazırlıkları yapmış olurlardı. Bazı kıt’aların seferberliği tamamlanmadığı taktirde, asıl niyet asla belli edilmeden askeri birlikler hedef olarak gösterilen yerde bir araya gelinceye kadar askeri hareket gizli tutulurdu. Osmanlıların savaş yapmakta izledikleri yollardan birisi de hiçbir zaman iki sefere birden başlamamaktı. Bunun yanı sıra sürekli kısa savaşlar yaparlar, mümkün olduğu kadar meydan muharebeleri vererek kesin neticeyi elde etmeye çalışırlardı. Bunun için son derece açık arazileri seçerler, dev gibi ordularla sefere çıkarlardı. Ordu sürekli savaşlara katılıp savaşlarda yer aldığından askerlerin de savaş tecrübeleri gittikçe artardı. Osmanlılar sefere devamlı ilkbaharda başlarlardı. İlkbahar gelir gelmez ordu çeşitli kollar halinde hareket eder, Rumeli’nde gerçekleşecek seferlerde daima Edirne’de toplanılırdı. Bazen gece savaşları bile yaparlardı. Nitekim hicri 991 yılında Özdemiroğlu Osman Paşanın İran seferini sonuçlandıran Meş’ale Muharebesi ile Eğri Seferinde (1005) Cafer Paşa kolunun çok düzenli bir şekilde gerçekleştirdiği gece yürüyüşleri bunu tam manasıyla ispat etmektedir. Osmanlılar düşmanın yanında ise daima toplu yürürler, “Ayrı yürümek, toplu savaşmak” kuralına tam anlamıyla uyarlardı. Osmanlılar ordunun iaşesini temin etmek için yanlarında çok fazla erzak ve mühimmat getirdiklerinden ağırlıkları çok fazla olurdu. Hububat, ot ve yulaf gibi şeyler hazırlanmadan savaşa çıkılmazdı. Erzak taşımak için çeşitli hayvanlarla birlikte deve kullanırlardı. Bununla birlikte genellikle çadırlı ordugahlarda istirahat ederlerdi. Osmanlılar ele geçirdikleri toprakları daima muhafaza ederler, fethettikleri ülkeler arasında hiçbir yabacı ülke bırakmazlardı. Savaşı genellikle kendi topraklarında değil, düşmanın ülkesinde yaparlardı. Bununla ilgili olarak Osmanlı askerleri arasında “Kalelerin inşası düşmanımızın, ele geçirilmesi de bizim işimizdir!” sözü dilden dile dolaşmaktaydı. Osmanlıları savaş teknikleri o dönemde adeta bir numune teşkil etmekteydi. Hatta Prusya generallerinden Baron dö Valantini, Osmanlı harp tekniğini örnek olarak gösteren mareşal Monte Kokollu hakkında: “Şurası dikkate şayandır ki, Monte Kokollu Osmanlı harp usulünü bize numune olarak göstermekte ve Osmanlıların sefer hazırlığındaki maharetlerini ve savaş yöntemlerini, uyulması gereken bir örnek kabul etmektedir.” demiştir. Yine Prusya generallerinden Fon Şiruder, Viyana kuşatmasıyla ilgili olarak yazdığı eserde: “Osmanlıların Viyana muhasarası, tarihi kale kuşatmaları açısından en mükemmel bir örnek teşkil eder” demiştir. KOSOVA MEYDAN SAVAŞI Osmanlılar çok kısa bir zamanda kurdukları devleti genişletmişler ve bütün dünya tarafından tanınmışlardı. Özellikle Rumeli’de Lala Şahin Paşa, Timurtaş Paşa Evrenos Bey gibi ileri gelen rical yeni fetihler yaparken Anadolu’da da ilerleme kaydediliyordu. Böylece Osmanlı Devleti bir yandan genişleme siyaseti güderken bir yandan da düşmanlarına korkular salıyordu. İşte endişeye kapılan düşmanlarından bir tanesi de Sırp kralı Lazar idi. Osmanlı Devleti’nin gittikçe ilerlemesinden telaşlanan Lazar, öncelikle Osmanlıya karşı komşu devletlerle ilişkiye girmeyi düşündü. İlk önce Macaristan’ı yanına almaya çalışan Lazar, bu isteği gerçekleşmeyince Bosna Kralı ile bir antlaşma imzalayarak Bosna’yı kendi yanına çekti. Ardından Bulgarlara müracaat eden Lazar, buradan da olumlu yanıt aldı. Lazar böylece savaş hazırlıklarına başlamış oluyordu. Sırp kralının bu hazırlıkları Osmanlı padişahının kulağına gidince Bursa’da harp meclisi toplandı. Bu mecliste Sırbistan’a doğrudan doğruya bir taarruz harekatında bulunulmamasına karar verildi. Çünkü; Sırbistan’ın coğrafi konumu, doğrudan doğruya bu ülkenin üzerine yürümeye elverişli değildi. Sultan I. Murad, mecliste durum değerlendirmesi yaptıktan sonra veziriazam Çandarlızade Ali Paşaya Rumeli’ye geçmesi ve otuz bin kişilik bir ordu ile Bulgaristan’a taarruz etmesi için emir verdi. Kendisi de ordunun büyük kısmını Filibe’de toplayacaktı. Merkezde bu çalışmalar yapılırken Ali Paşa, Bulgaristan’a varmış bulunuyordu. Burada Yahşi Bey kumandasındaki müfreze Perevadi’yi, Ali Paşa da Tırnova’yı aldı. Böylece Şumnu bölgesi kendiliğinden düştü. Bu durum da bütün Bulgaristan’ı ve dolayısıyla Sırp kralı Lazar’ı da büyük bir telaşa düşürdü. Osmanlı tarafında ise planın birinci kısmını uygulamanın vermiş olduğu büyük bir rahatlık vardı. Bunun ardından ordusunu Filibe’de toplayan Hazreti padişah, Anadolu askerini de silah altına aldı. Birkaç gün Filibe’de kalan otuz bin kişilik ordu bu sırada taşmış bulunan Meriç nehrinin elverişli hale gelmesiyle harekete geçti. Bu sırada keşif komutanı olan Evrenos Bey, yakaladığı iki Sırplıyı merkeze gönderdi. Sultan Murad Han, düşmanın moralini bozmak için bunlara bir geçit resmi yaptırdı. Bu iki kişi ise Osmanlı kuvvetinin fazla olduğunu fakat kendi ordularının bu ordunun üç katı olduğunu söylediler. Bunların sözleri Hazreti padişahı son derece müteessir etti. Karşısındaki düşmanın gerçekten kuvvetli olduğunu anladı. Bu durum orduya da sirayet etti. Ancak padişah, fıtraten soğukkanlı ve fazilet sahibi bir kimse olduğundan itidalini bozmadı. Müttefik ordusunun topladığı harp meclisinde Osmanlıların karanlıktan istifade ederek geri çekilme şansları bulunduğundan ertesi sabah şafakla birlikte saldırıya geçmeye karar verdiler. Yine bu sıralarda I. Murad Han ise; düşmanı tam olarak görme fırsatını yakaladı ve çıktığı tepeden gördüğü düşman askerinin kalabalıklığı ve intizamı karşısında hayret etti. Fakat akşam olmaya başladığı sıralarda kahramanlığı ile tanınan Yıldırım Bayezid’in etkileyici sözleri ve Ali Paşa’nın da bu sözleri tasvip etmesi ile Hazreti Padişah biraz rahatladı. Nitekim Ali Paşa bir gece önce Kuran’dan tefe’ül etmiş, önce;“Ya Resulallah! Küffar ve münafıklara karşı cihad görevini yerine getir!” anlamındaki ayet-i kerime, daha sonra da; “ Genellikle çok bir kuvvet, az bir kuvvet tarafından mağlup edilir.” Mealindeki ayet-i kerime çıkmıştı. Nitekim bu ayet Bedir Savaşı’ndan sonra nazil olmuştu. O gece gözüne uyku girmeyen Murat Hüdavendigar, geceyi ibadetle geçirip uyandıktan sonra etrafı inceleyip gece nizamını almış bulunan orduyu toplattı ve Osmanlı Harp usulüne göre merkezde yerini aldı. Bu sırada müttefikler ordusu da sahranın öbür tarafında savaş düzeni almıştı. Kral Lazar, Sırp ve Hersek askerleriyle merkezde yerini almıştı. Ardından iki ordu savaşa hazır hale gelir gelmez, birbirlerine bir ok menzili kadar yanaştılar. Hazreti padişah derhal savaş emrini verdi. O gün Haziran’ın on beşi idi (h. 791 / m. 1389). Savaş tam beş saat devam etti. Müttefik ordularının askerleri Osmanlı süvarilerinin takibinden kurtulamayarak hezimet içinde firar etmeye başladılar. Sırp kralı Lazar, esir edilmişti. Hazreti padişah, bu şanlı zaferi kazandıktan sonra yaralıları kontrol etmek için savaş meydanını gezdiği bir sırada, bir Sırp, padişaha bir ricasının olacağını söyledi. Padişah, Miloş Kabiloviç adlı bu Sırplının ricasını kabul etti. Fakat bu hain Sırplı, padişaha yaklaşır yaklaşmaz bir hançer çıkardı ve padişahı yaraladı. Hazreti Hüdavendigar, yarasının etkisiyle Rahmet-i Rahman’a kavuştu ve muzaffer ordusunu matemler içinde bıraktı. Osmanlı Devleti tarihinde çok müstesna bir yeri olan bu zaferin parlak bir zaferle sonuçlanması, Osmanlı ordusunun düzenli bir ordu olmasından ileri geldiği gibi, başkomutanlık vazifesini üzerine alan I. Murad’ın da bunda büyük payı vardır. NİĞBOLU MEYDAN SAVAŞI Kosova Meydan Savaşı’nda kahramanlığını kanıtlayıp “yıldırım” unvanını alan Şehzade Bayezid, babasının şahadeti üzerine tahta geçmişti. Yıldırım Bayezid’in kazandığı başarılar ve haşmetli yaratılışta oluşu Sırpsındığı yenilgisinin intikamını almak isteyen Macarları da korku ve endişeye düş |
![]() |